19 Mart 2012 Pazartesi

TARİHTEN DAMLALAR - > HAKEM OLAYI



Hz. Ali ve Hz. Muaviye taraftarları arasında meydana gelen Sıffin savaşında daha fazla Müslüman kanının akıtılmaması amacıyla düşünülen, Hz. Ali'nin Ebu Musa el-Eş'ariyi Hz. Muaviye'nin ise Amr bin As’ı hakem olarak tayin ettikleri ve adı geçenlerin Hicri Ramazan 37, Miladi Şubat 657 tarihinde ortak bir karara varmak amacıyla bir araya gelip bu konuda hüküm vermek üzere anlaştıkları olayın adı.

Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle ortaya çıkan karışıklığın, Hz. Ali'nin halife tayin edilmesiyle nispeten hafiflediği görülmüş ve Müslümanlar çoğunlukla Hz. Ali'ye bey'at etmişlerdi. Hz. Aişe, Zübeyr, Tâlha ve Şam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye bey'at etmeyenlerin başında geliyorlardı. Bunların Hz. Ali'ye bey'at etmemelerinde Osman’ın öldürülmesi olayının Hz. Ali taraftarlarınca gerçekleştirildiği görüsü rol oynuyordu.

Ancak Hz. Ali bu olaylarla uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, hatta zorla, istemediği halde tehdit sonucu halife seçilmiş olduğunu ileri sürülerek kendisine bey'at etmeyenlerin Müslümanlar arasına nifak soktuklarını ifade etti. Hatta daha sonra meydana gelecek olan Cemel vakasında dahi savaştan eser yokken, gece vakti nifakçıların Hz. Aişe tarafına saldırmaları neticesi savaş çıkmış, Hz. Ali bu savaşta şehit olan Hz. Zübeyr'e "Ey Zübeyr, hatırlamıyor musun bir gün Ganemogulları mahallesinde beraberken Hz. Peygamberle karşılaşmıştık. Bize söyle demişti; "Ey Zübeyr bir gün Ali b. Ebu Talib'le savaşacaksın ve o savaşta sen ona karşı haksız durumda bulunacaksan".

Bunun üzerine Hz. Zübeyr, 'Vallahi hatırladım, seninle savaşmayacağım' diyerek savaştan vazgeçmeyi düşünmüş, ancak oğlu Abdullah onu zorlamıştı. Bundan da Hz. Ali'nin bu olayda haklı olduğu ve kendisine bey’at edilmesinin gerektiği sonucu çıkmaktadır. Nitekim Hz. Aişe de bu savaştan sonra gerçeği anlayarak Medine'ye evine dönmüştür.


Cemel Vakası’ndan sonra Hz. Ali, Cerir bin Abdullah Becili'yi, kendisine bey'at etmeyen Muaviye'ye bey’at almak amacıyla göndermiş ve Müslümanların Cemel vakasındaki durumundan örnekler vererek kan dökülmemesini istemiştir. Muaviye, Cerir'i bir süre oyalayarak Şam halkının görüşlerine başvurdu. Şamlılar Hz. Osman’ın kanını dökenlerle savaşıncaya kadar uyumayacaklarına ve intikam almaya dair yemin etmiş olduklarını söylediler.

Diğer taraftan Muaviye Hz. Osman’ın kanlı gömleğini Dimask'ta mescide asarak halka teşhir etti. Muaviye, danışmanı Amr bin As ve Şam ileri gelenleriyle görüşerek Hz. Ali'ye bey’at etmeyeceğini söylemiş ve Cerir bin Abdullah’ı geri göndermişti

Cerir, Hz. Ali'ye gelerek olanları anlattı. Muaviye'nin kendisi aleyhine hazırlık yaptığını hatırlatarak Hz. Ali'yi bu konuda uyardı. Bunun üzerine Hz. Ali Medine'deki Müslümanları ve onlara tabi olanları toplayarak Muaviye üzerine hareket etti.

İki ordu Sıffin ovasında karsılaştılar. Hz. Ali, Beşir bin Amr Ensari, Said bin Kâys Hemdani ve Sebes bin Rabi Temimi'yi göndererek itaat etmesini bildirmelerini söyledi. Ancak Muaviye, itaate yanaşmayarak diretti. Hicri 36 yılı Zilhicce ayına kadar savaş öncü birlikler ve mübarezeler seklinde devam etti.

Haftalarca karşılıklı elçi gönderme seklinde geçen olaylar Hz. Ali'nin Muaviye'nin bey’at etmeyeceğine kanaat getirerek Muharrem ayından sonra halka şu ilanı yaptırmasıyla son buldu: "Müminlerin emiri der ki: Hakk'a dönmeniz ve ona yönelmeniz için sizi teşvik etmek istedim. Size, Allah’ın kitabıyla delil getirdim ve ona davet ettim. Siz ise taşkınlıktan, azgınlıktan vazgeçmediniz. Hakk'a icabet etmediniz. Ben de size aynı şekilde ahdimi bozdum. Zira Allah hainleri sevmez" Bu ilan sonunda Şam halki emir ve reislerine sığındılar.

Yüz on gün boyunca devam eden bu bekleyiş, Sefer ayının dördüncü günü başlayan savaşla son bularak Hz. Ali taraftarlarının saldırısıyla alevlenmişti. Ester Nehai'nin başarısı Hz. Ali taraftarlarının Muaviye'nin karargâhına kadar varmalarını sağlamış ve bayat edenleri üstün bir duruma geçirmişti.

Bu sırada Ammâr bin Yasir şehit düşmüş, bunu Veysel Karani izlemişti. Bunların şehit olduğunu duyan Muaviye'nin başkomutanı Amr bin As, Hz. Peygamber'in "Ammâr asiler tarafından öldürülecek" hadisini hatırlayarak savaştan vazgeçmeyi düşündü. Ancak Muaviye'nin baskısıyla vazgeçti ve Muaviye ona sonlarının kötüye gittiğini, Hz. Ali'nin kendilerini öldüreceğini söyleyerek derhal bir şeyler yapıp Ali safındaki Müslümanları durdurmasını söyledi: "Haydi bakalım maharetini göster ey Ibnü'l As, yoksa mahvolduk demektir" diyerek Amr'i önledi.

Bunun üzerine Amr da Muaviye askerlerine "Ey nâs! Kimin yanında Mushaf varsa mızrağının ucuna takarak havaya kaldırsın" diye hitab etti. Amr, bu hareketinin Hz. Ali taraftarları üzerinde büyük bir etki göstereceğini biliyordu ve nitekim öyle oldu. Müslümanlar Kuran’a karşı gelemezlerdi. Basra kurrasından Mis'ar bin Fedeki ile Esas bin Kays’in başkanlığında bir grubun baskısıyla Hz. Ali de savaşı bırakmak zorunda kalmıştı. Hatta tehdit edilerek kendisine şöyle denildi: "Allah’ın kitabına çağrıldığında ona uy, yoksa seni kalabalığa bırakırız veya Osman'a yaptığımız gibi yaparız!"

Bunun üzerine Hz. Ali "Ey Allah’ın kulları: Hakkınızı almaya ve doğru olan işinizi yapmaya devam edin. Zira Muaviye, Amr bin As, Ibni Ebu Muaye, Habib bin Meseleme, İbni Ebu Seher ve Dahak bin Kays dine ve Kur'ân'a sahip ciddi ve samimi insanlar değillerdir. Ben onları sizden daha iyi bilirim." Fakat bu tür konuşmaları bir fayda vermedi. Askerler: "Biz Kur'ân'a karşı kendimizi ortaya atıp meydan okuyamayız, Hz. Ali'nin sözlerini kabul edemeyiz" diyerek savaşmaktan vazgeçtiler Böylece sulhun akdedilmesi konusunda, Kurra ehlinin büyük tesiri olmuştur.


Kurra ehli, Müslümanların arasındaki sorunun çözümünde Kur'ân'ı hakem olarak kabul ve tavsiye ediyorlar, herkesi bu görüşe göre yönlendirerek Hz. Ali'nin de bu görüşü benimsemesi için ona baskı yapıyorlardı. Sonunda Hz. Ali, Muaviye’ye elçi olarak gönderdiği komutanı Ester'i geri çağırarak; "Yazıklar olsun! Ester'e söyleyin geri gelsin. Zira fitne çıktı. Artık harbi bırakmaktan başka çare yok," diyerek sulhe ister istemez razı oldu.

Sonra Muaviye'ye Es'as bin Kays'i göndererek ne istediğini öğrenmesini söyledi. Hz. Muaviye gelen elçiye; "Siz ve biz Allah’ın kitabında emrettiği şeye döneceğiz. Sizden, razı olduğunuz bir kişiyi gönderiniz, biz de bir kişi göndeririz ve bu kişilerin Allah’ın Kitabında olan hükümle karar vermelerine, Kitaptan şaşmamalarına dair onlardan söz alırız. Daha sonra da anlaştıkları şeye uyarız,” diyerek planını açıkladı.

Es'as bu teklifi alarak dışarıya çıktı ve bazen bizzat kendisi okumak suretiyle bazen de halka verip okutmak suretiyle ilân etmeye başladı. Nihayet Temim oğullarından bir gruba götürdü. Aralarında Urve bin Üdeyye'nin de bulunduğu bu grup, söz konusu mektubu okuyunca Urve bin Üdeyye "Allah’ın emri dururken tutup da başka şahısları mı hakem tayin ediyorsunuz? Oysa Allah'tan başka hiç kimsenin hüküm verme yetkisi yoktur" (La hükme illa lillah) dedi.

Hakemlerin seçimi konusunda Muaviye’nin tayin edeceği kişi belli idi ki bu Amr bin As'dan başkası olamazdı. Ancak Hz. Ali taraftarlarından Es'as ve ona tabi olanlar da "Biz Ebu Musa el Eşari'ye razıyız," dediler. Bunun üzerine Hz. Ali "Siz daha işin başında bana isyan ettiniz, şu an bana karşı gelmeyiniz" diyerek Ebu Musa hakkındaki endişesini açıkladı ve onlara ihtarda bulundu.

Hz. Ali'ye göre Ebu Musa Eş'arî insanları Muaviye tarafına yönlendirerek kendi sırlarını onlara anlatıyordu. Ancak taraftarları Ebu Musa üzerinde direttiler. Hz. Ali de bunların görüşlerine istemeyerek de olsa uymak zorunda kaldı. Hz. Ali'nin bu kanaati ise Haricilerin ortaya çıkması neticesinde doğrulanmış oluyordu.

Onların da yanlış davranışları hem yeni bir sapık fırkanın doğmasına hem de birçok kimsenin itikadının bozulmasına yol açtı. İki taraf, arasında hakem tayini ile ilgili sözleşmeyi yazarak bunun kabul ve tasdikini garanti altına aldılar.

Sözleşmenin özeti söyle idi: "Bismillahirrahmanirrahim". Bu, üzerinde Ali bin Ebu Talib ve Muaviye bin Ebu Süfyan'ın anlaştığı bir metindir, Allah’ın hükmüne ve Kitabına göre hareket edecegiz. Bizi Allah’ın Kitabı’ndan başkası birleştiremez. Allah’ın Kitabi baştan sona kadar elimizde olduğundan, onun dirilttiğini biz de diriltir, terk ettiğini biz de terk ederiz. Her türlü hükmünü kabul ederiz.

İki hakem Ebu Musa Abdullah bin Kays el Eş'ârî ve Amr bin Âs, Allah’ın Kitabı’nda ne bulurlarsa onunla amel edeceklerdir. Allah’ın Kitabı’nda bulamadıklarını, bir araya getirici adil sünnette arayacaklardır. Ali ve Muaviye, Allah'a karşı ahit ve misak içindedirler.

Her biri derler ki: "Ben bu sahifedeki şeye razıyım." Abdullah bin Kays el-Eş'ari ve Amr bin Âs, Allah adına yemin etmişlerdir. Kararı Ramazan ayına ertelemişlerdi. Sonra ikisi, bu sayfada olan şey üzerine bu hususta zulüm ve saptırmak isteyen ve bu sahifede olan şeyi terk eden kimseye karşı şahitlerin yardımcı olacaklarına dair şahadetlerini yazarlar. On beş sefer, hicrî 37."

İki hakem yetkilerini gösteren sahifeleri alarak Ramazan 37 Hicri (Miladi 657)'de bir araya geldiler. Erzuh'ta Dumetü'l-Cendel'de her iki taraftan dört yüzer kişilik birer grup hakem kararını almak üzere toplantıya katıldı. İki hakem önce niçin toplandıklarını konuşarak karara vardılar. Bunun amacı halkın arasındaki gerginliği azaltmaktı.

Önce Amr söz aldı. "Hz. Osman’ın haksız olarak öldürdüğü fikrine katılıyor musun?". Ebu Musa "evet" diyen Amr, bin As’a İsrâ suresi 33. ayette haksız yere insan öldürülemeyeceğini gösteren delilini ileri sürdü. O halde ey Ebu Musa! Seni Hz. Osman’ın velisi Muaviye’ye karsı çıkaran nedir? O Kureyş’tendir deyince Amr da Hz. Ali'nin Peygamber’in soyundan olduğunu ve damadı olarak Muaviye’den önce geldiğine işaret etti.

Bu tür çekişmeler uzun bir süre daha devam etti. Onlar sulhun böyle devam edemeyeceğini, hem Hz. Ali hem de Muaviye’ye bey'at edilmemesi gerektiğine inanarak fikir birliğine vardılar. O halde yeni halife Müslümanlar tarafından seçilmeliydi. Şimdi yapılacak iş bu kararlarını Müslümanlara bildirmeye gelmişti.

Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebu Musa minbere çıktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra "Ey nas! Biz ümmetin durumunu düşünüp bir formül bulmakta epey zorlandık. Hem benim, hem de Amr'in görüşü şudur: Hz. Ali ve Muaviye’yi hilâfetten uzaklaştırmak ve ümmetin kendisinin istediği birisini halife tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muaviye’yi hilâfet görevinden alıyorum" dedi.

Sıra Amr’e gelince o da minbere çıktı ve söyle konuştu; "Şüphesiz Ebu Musa’nın söylediklerini duydunuz. O Ali'yi görevden almıştır. Ben de onun yerine Muaviye’yi halife tayin ettim" deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebu Musa derhal itiraz ederek " Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni başarıya ulaştırmasın" diyerek orayı terk etti.

Ebu Musa bu olaydan duyduğu utanç ve üzüntü üzerine insanlardan uzaklaşmak amacıyla Mekke'ye giderek orada yalnız başına yaşamayı tercih etti. Bu olay üzerine Müslümanlar dağılmış, Muaviye kendisini meşru halife ilan ederek İslâm tarihinde çift halife dönemi başlatmıştır.

Bu durum Hz. Hasan’ın elinden halifeliğin alınmasına kadar devam etmiştir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman Muaviye’yi meşru halife olarak tanımamış, şehit edilinceye kadar Şam hariç bütün Müslümanlarca halife olarak kabul edilmiştir.

 
NOT: Metin için bk. Taberi, Tarih, IV, 2930. Hakemlerin buluşması ve gelişen olaylar için Hakem olayı maddesi.

DERLEME

16 Mart 2012 Cuma

TAPTUK EMRE




Taptuk Emre, Horasanlıdır. Horasan İran'ın doğusunda ve kuzeydoğusunda yer alan bölgeye verilen isimdir. Farsça bir kelime olan Horasan "Güneşin yükseldiği yer" anlamına gelir. Sasaniler zamanında ülkenin kuzeydoğuna bu isim verildi.

Cengiz baskısı sıralarından Anadolu'ya gelmiştir. 1210- 1215 yıllarında doğduğu sanılmaktadır. Ünlü Yunus Emre'nin mürşidi olarak da bilinir ve Hacı Bektaş Veli’nin halifesi olarak bilinir. Söylenceye göre Hacı Bektaş, Yunus Emre'yi yetiştirme işini Taptuk Emre'ye bırakır.


 
Yunus Emre Mürşidi Taptuk Emre’nin Baraklılardan olduğunu söyler. Taptuk Emre'nin Hacı Bektaş Veli’nin müridi olduğu artık açıktır. Taptuk Emre'den itibaren Anadolu'da bir “ Taptuklular” topluluğunun varlığına rastlanır.

13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış ve vefat etmiş topluma önderlik etmiş bir Allah Dostu olan Taptuk Emre’nin mezarı Ankara’nın ilçesi Nallıhan'ın Emre köyünde bulunmaktadır.

Bununla birlikte Karaman ilinin şehir merkezinde bulunan Yunus Emre Camii'nin bahçesinde de Taptuk Emre’ye ait olduğu söylenen bir mezarları bulunmaktadır.

DERLEME

7 Mart 2012 Çarşamba

TARİHTEN DAMLALAR -> SIFFİN SAVAŞI




Dördüncü Halife Hz. Ali ile ona isyan eden Suriye valisi Muaviye bin Ebu Süfyan arasında M. 657 yılında, Fırat'ın sağ kıyısına yakın Rakka'nın doğusunda bulunan Sıffin'de yapılan savaş...

Hz. Ali'nin Cemel vakasında karşı grubu yenmesinden sonra onun hilafetine muhalif olarak, Suriye bölgesini idare eden Muaviye ve taraftarları kalmıştı. Hz. Ali'ye isyan edenler, davalarının Hz. Osman’ın intikamını almak olduğunu iddia ediyorlardı.

Öte yandan da Hz. Ali'yi, Osman’ı şehit edenleri korumak ve onları cezalandırmamakla suçluyorlardı. Hâlbuki Hz. Ali fitne ve kaynaşmanın yatıştırılmasından sonra suçluları cezalandıracağını vaat etmekteydi. Cemel vakasından sonra Küfe’ye yönelen Hz. Ali, Cerir bin Abdullah el Baceli'yi Muaviye'ye göndererek, muhacirlerin ve ensarın kendisine bey'at ettiklerini, onun da muhacirler ve ensar gibi bey'at edip itaatini bildirmesini İstedi.


Muaviye, kendisine elçi olarak gelen Cerir bin Abdullah’ı oyalayarak Amr bin As ile istişarede bulundu. Amr ona, Ali’den, Osman’ın kanını İstemede ısrar etmesini, katilleri derhal cezalandırmayı reddettiği takdirde, Suriye ordusuyla onun üzerine yürümesini söyledi. Cerir bin Abdullah, Hz. Ali'nin yanına dönerek durumu ona bildirdi.

Öte taraftan, Medine'den Sam'a götürülen Hz. Osman’ın kanlı gömleği ve hanimi Naile’nin kesik parmakları Muaviye tarafından caminin minberine asildi. Askerler onun önünde toplaşarak ağlıyorlardı. Orada toplananlar Hz. Osman’ın intikamını alıncaya kadar yataklarında uyumayacaklarına ve yıkanmayacaklarına dair yemin ettiler.

Suriye ordusu Muaviye'den bol maaş ve bahşişler almaktaydı. Muaviye bu şekilde orduyu teşvik ve tahrik ettikten sonra, seksen beş bin kişilik bir orduyla Sam'dan yola çıktı. Hz. Ali ise doksan bin kişiden oluşan ordusuyla Küfe'den Sıffin'e doğru harekete geçti.

Muaviye, Fırat kıyısındaki düzlükte karargâh kurmuştu. Hz. Ali'nin ordusunun karargâh kurduğu yer ile nehir arasında Muaviye'nin askerleri öldüğü için ilk geceyi susuz geçirdiler. Ancak, yapılan bir saldırı ile Şam ordusuna bağlı birlikler nehirden uzaklaştırıldı..

Ordusu susuz kalan Muaviye, Ali’ye adam göndererek nehirden su almalarına izin vermesini istedi. Hz. Ali bunun üzerine onların su almalarına engel olmadı. Hz. Ali, Muaviye'ye elçiler göndererek, onu birliğe ve Müslümanların topluluğuna girmeye davet ederek isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ancak olumlu bir cevap alamadı.

İki ordu birlikleri arasında bazı ufak çarpışmalardan sonra, H. 37 senesi Muharrem ayının sonuna kadar mütareke yapıldı ve elçiler gidip gelmeye başladı. Ancak bu elçilerin karşılıklı gidip gelmeleri İki grup arasında barış yapılması yolunda bir gelişme sağlamamıştı. Sefer ayının ilk günü savaş tekrar başladı.

İlk yedi gün iki taraftan birer komutanın mübarezeleri ile geçti. Peşinden Hz. Ali orduya toplu saldırı emrini verdi. Savaş, bir kaç gün olanca şiddetiyle devam etti. Ambar bin Nasir’in şehit edilmesine çok üzülen Hz. Ali'nin şiddetli bir taarruzu ile Şam ordusu dağılma noktasına geldi. Savaş kazanılmak üzereydi ki, Amr bin As, Suriyeli askerlere "Her kimin yanında Mushaf varsa onu mızrağının ucuna takarak yukarı kaldırsın" dedi.

Bu emri yerine getiren askerler karşı tarafa, "Aramızda Allah’ın Kitabı hakem olsun," diye seslendiler. Amr bin As’ın hilesi tutmuş, Iraklı askerler "Allah’ın Kitabı’na yapılan çağrıya icabet edelim," demeye başlamışlardı. Amr bin As, bu hileyle, Şam ordusunu kesin bir mağlubiyetten kurtardığı gibi, karşı tarafın gücünü de kırmıştı.

Hz. Ali bir Halife ve bir ordu komutanı olarak bunun bir savaş hilesi olduğunu askerlerine anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Ali, onlara şöyle diyordu: "Bu bir hiledir. Bununla sizin aranıza ayrılık düşürmek ve birliğinizi bozmak istiyorlar". Ancak, Iraklılar, isteklerinde direttiler ve savaşa devam etmekte olan komutan Ester'e adam gönderip savaşmayı bıraktırmasını İstediler.

Hz. Ali Ester'e savaşı bırakması için adam göndermek zorunda kaldı. Ester, gelen adama: "Şimdi mevziden ayrılacak an değildir. Ben şimdi kesin zafere ulaşacağımı umuyorum, acele etme" diyerek karşılık verdi. Gönderilen adam Hz. Ali'nin yanına gelmeden, Ester'in savaşan askerleri arasında çalkalanma oldu ve sesler yükseldi. Onlar daha bir şevkle savaşı sürdürüyorlardı.

Bunun üzerine Iraklılar, Ali’ye "Vallahi biz senin Ester'e bırakması için değil, savaşa devam etmesi için adam gönderdiğini sanıyoruz" dediler. Hz. Ali'nin gönderdiği ikinci kesin emirle Ester, savaşı bırakmak zorunda kaldı. Hz. Ali Es'as bin Kays'ı Muaviye'ye göndererek onun ne düşündüğünü anlamak istedi. Muaviye ona, "İstediğimiz, aramızda Allah’ın Kitabı’nı hakem kılmaktır. Her İki taraftan birer hakem seçilmesini ve onlardan Allah’ın kitabına uygun bir karar vereceklerine dair ahd alıp tarafların onların vereceği karara uymalarıdır" dedi.

Hz. Ali’nin taraftarları bunu memnuniyetle karşıladılar. Şamlılar hakem olarak zeki ve kurnaz bir kimse olan Amr bin As'ı seçtiler. Iraklılar ise Ebu Musa el-Eşari'yi hakem tayin etmek istediler. Hz. Ali, Ebu Musa’nın daha önce kendisine muhalefet ettiğini ve halkı kendisinden ayırmaya çalıştığını, dolayısıyla onun hakemliğine itimat edilemeyecegini söylediyse de Iraklılar onun hakem olması konusunda direttiler.

Amr bin As' ile Ebu Musa el-Eş'ari, 37. yılının Sefer ayına Dumetul-Cendel'de bir araya gelerek, karar verirken esas alınacak prensipleri içeren "tahkimnâme"yi kaleme aldılar

NOT: Metin için bk. Taberi, Tarih, IV, 2930. Hakemlerin buluşması ve gelişen olaylar için Hakem olayı maddesi.

DERLEME







 

6 Mart 2012 Salı

TARİHTEN DAMLALAR -> CEMEL VAKASI



Hicri 36, Miladi 656 tarihinde dördüncü halife emirü'l-Müminin Hz. Ali ile Hz. Âişe taraftarları arasında Basra dolaylarında meydana gelen çatışmaya adını veren olay…

Üçüncü halife Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Medine’de hâkimiyeti ele geçiren asiler bir an önce, Hz. Osman'ın yerine birini hilâfete getirmek istiyorlardı. Fakat kime müracaat ettilerse hep red cevabı aldılar. Hz. Ali de, kendisine geldikleri zaman onları huzurundan uzaklaştırmıştı. Asiler hayrete düşmüşler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

Devlet başkanı tayin olunmadan dönecek olurlarsa ihtilafın çok daha fazla alevleneceğini biliyorlardı. Bunun üzerine Medine ahalisini toplayarak, onlara bir halife seçmelerini, aksi takdirde Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve daha başka kimseleri de öldüreceklerini söyleyerek, onlara bir gün mühlet verdiler. Bunun üzerine Medine halkı Hz. Ali'ye müracaat edip, ona bey'at etmek istediklerini bildirdiler.

 Hz. Ali, Muhâcirler'le Ensâr'ın bu teklifini reddetmek istediyse de devamlı ısrarlar karşısında bunu kabul etmek zorunda kaldı. Neticede Hz. Ali'ye bey'at edildi ve asiler Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'i de getirterek onların da Hz. Ali'ye bey'at etmelerini sağladılar. Bu suretle, hicretin otuzbeşinci yılı yirmi bir Zilhicce Pazartesi günü Hz. Ali'ye bey'at edilmiş oldu.
 
 
Hz. Ali'ye bey'at edildikten sonra yapılacak ilk iş Hz. Osman'ın katillerini bulmak ve bunların cezalarını vermekti. Bu hususta tahkikata başlanmıştı. Fakat katiller kesin olarak belirlenemediği için, şer'an cürüm sabit olamamıştı. Bu durum karşısında bir şey yapılamazdı. Hz. Talha ile Hz. Zübeyr, Hz. Ali'yi ziyaret ederek ondan katillerin yakalanmasını istemişlerdi. Hz. Ali, onlara durumu izah etmiş, fakat ikisi de bu izahtan ikna olmamışlardı. Ortam son derece karışıktı.

Bu arada Numan b. Beşir, Hz. Osman'ın şehadeti esnasında giydiği gömlek ile o sırada zevcesi Nâile'nin doğranan parmaklarını alıp Şam'a götürdü. Muaviye, bu kanlı gömleği ve kesik parmakları teşhir ederek, herkesin galeyanını kat kat arttırmak maksadıyla mescide astı. Diğer taraftan Hz. Osman'in katline sebep olanlar hâlâ Medine'de bulunuyorlardı. Bunların bir an evvel oradan uzaklaştırılması gerekiyordu.

Hz. Ali'nin karşı karşıya kaldığı zorluklar gerçekten çok büyüktü. Diğer taraftan Medine'de toplanan asilerin mühim bir kısmı "Sebeiye" fırkasına mensuptu. Bu İslam düşmanı grubun reisi olan Abdullah b. Sebe, İslam’ı içinden yıkmayı hedef alan bir Yahudi dönmesi idi. Bunun maksadı İslâmiyet’in saf, berrak, akıl ve kalbi tatmin eden akidelerini ifsat edip Müslümanlığı çığrından çıkarmak Müslümanları türlü türlü gruplara ayırarak birbirleriyle didişmeye ve boğuşmaya sevk etmekti.


Hz. Osman devrindeki karışıklık, bu müfsidin ifsatları için uygun bir zemin teşkil etmişti. Hz. Ali'nin asileri dağıtmak istemesi ibn Sebe taraftarlarının hoşuna gitmediği için bunlar Hz. Ali'nin emrine muhalefet etmişler, diğer Araplar da onlara uymuşlardı.

Bu karışık durum karşısında problemleri arttıran ve buhranın vehametini doruğuna vardıran bir hareket daha başladı. Hz. Âişe, hac farizasını ifâ etmek üzere Medine'den Mekke'ye gitmiş, hac ibadetini ifâ ederek Medine'ye dönerken, Hz. Osman'in şehit edildiği haberini almıştı. Bunun üzerine Medine'ye gideceği yerde Mekke'ye geri döndü. Çünkü Medine'de facianın doğurduğu karışıklıklar, bocalamalar devam ediyordu.

Mekkeliler, Hz. Âişe'ye durumu sordukları zaman, Hz. Âişe, Hz. Osman'in mazlum olarak öldürüldüğünü, Medine'de fesat ocağının bütün ufku karartacak şekilde tüttüğünü, mazlum ve şehit Osman'ın kanının heder olmaması gerektiğini, katillerin mutlaka cezaya çarptırılmaları ve ser'i hüküm ve kısas emirlerinin uygulanmasının icap ettiğini söylemişti.

Hz. Talha ile Hz. Zübeyr de Mekke'ye gelmişler, Medine'deki durumu Hz. Âişe'ye anlatmışlardı. Bu olaylar Hz. Âişe'nin fikir ve kanaatini kuvvetlendirmiş, o da mazlum ve şehid Hz. Osman'ın intikamını almak için herkesi toplanmaya ve bir araya gelmeye çağırmıştı.

Hz. Ali, muhaliflerinin Mekke'deki hazırlıklarından haberdar olunca, onlardan evvel Irak'a varmak, Irak'a hâkim olmak, Beytû'l-Mal'in muhalifler eline düşmesini engellemek istedi. Ensâr, Hz. Ali'nin Medine'den ayrılmasını uygun görmüyordu.

Hz. Ali, muhalifler kendisinden önce Irak'a girecek olurlarsa yeni yeni problemlerin ortaya çıkmasından endişe ettiğini, Irak'ın nüfuzca kesif ve beytü'l-mâl'inin zengin olmasından ötürü bir müddet orada bulunmanın daha iyi olacağını söylemişti.

Bundan sonra Hz. Ali yola çıkmış Zukar mevkiine geldiği zaman, Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'in Basra'ya yaklaştıklarını, Beni Sadr kabilesi ile hemen hemen bütün Basra'nın onlara iltihak ettiğini haber almıştı.

Hz. Ali, Zukar'da kalarak oğlu Hasan'ı Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Hz. Hasan, Kûfe'ye varınca, vali Ebû Musa el-Es'arî onu iyi karşıladı. Hz. Hasan, mescidde minbere çıkarak Hz. Ali'nin davasını müdafaa etti ve Talha ile Zübeyr'in ona bey'at ettiklerini söyledi.

Bu konuşmasının sonunda kendisinin Basra'dan gideceğini, katılmak isteyenlerin onunla birlikte gelebileceğini ilân etti. Hz. Hasan, kendisine iltihak eden dokuz bin kişilik bir kuvvetle geri döndü. Bu dönüş ve hareket esnasında karşılıklı mücadeleler, şiddetli tartışmalar meydana gelmişti.

 
Hz. Ali, ordusunu bu şekilde takviye ettikten sonra Zukar mevkiinden Basra'ya doğru hareket etti. Hz. Ali, maiyetinde olan el-Ka'ka' b. Amr'i çağırarak Basra'ya gönderdi. Ona iki taraf arasında mücadele ve çatışmanın meydana gelmesine engel olacak çareyi bulmasını tavsiye etti. el-Ka'ka' b. Amr, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr ile görüşmüş, onları ümmetin birliğini bozmama konusunda ikna etmişti.

Hz. Âişe ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, el-Ka'ka'nın önerilerini kabul ettiler. Hz. Ali de bu fikirdeyse, bu işin barış yoluyla sonuçlanacağını söylediler. Hz. Ali, el-Ka'ka'nın bu başarılarından son derece memnun oldu. Diğer taraftan bu sırada Basralılar Küfelilerle temas etmiş, iki tarafta da fitneyi yok etme düşüncesi hâkim olmuştu.

Ertesi gün, Hz. Ali hareket ederek Abdülkaysoğulları kabilesine uğradı. Bu kabile de ona iltihak etti. Oradan Zaviye'ye vardı. Zaviye'den de Basra'ya hareket etti. Esasen herkes barışı gayet tabii bir durum olarak görüyordu. Onun için Hz. Ali'nin Basra'ya gelişi, barışın tahakkukuna yönelik bir hareket olarak telakki olunmuş, herkes son derece huzurlu bir şekilde uyumuştu.


ibn Sebe ile yandaşları, herkes uyuduktan sonra Hz. Âişe'nin tarafına hücum etti. iki taraf ta kendilerini karşı hücumuna uğramış gibi görmüşlerdi. Hz. Ali, her tarafa memurlar gönderdi. Ne olduğunu anlamak istiyordu. Diğer taraftan Kâab b. Sûr Hz. Âişe'yi uyandırmış, Hz. Âişe, devesine binerek çarpışmaların başlayacağı yere gelmişti. Hz. Ali kendi tarafını savaşmaktan alıkoyuyor, Hz. Âişe kendi tarafını teskin etmeye çalışıyordu.

Fakat bir kere ok yaydan fırlamış bulunuyordu. Vuruşmanın en hararetli anında Hz. Ali atını sürerek savaş meydanının ortasına geldi. Hz. Zübeyr'i çağırıp, ona Rasûl-ü Ekrem (s.a.s.)'in: Bir gün Ali ile Zübeyr arasında bir ihtilafın meydana geleceğini ve bu ihtilafta Zübeyr'in haksız olacağını" söylediğini hatırlatmıştı.

Bunun üzerine Hz. Zübeyr geri çekildi. Hz. Talha da Zübeyr'in bu davranışı üzerine çatışma meydanından çekilmek istemişti. Onun savaş alanından uzaklaşması üzerine kendisine zehirli bir ok atılmış ve bu ok Hz. Talha'nn ölümüne neden olmuştu.

Nihayet ortalıkta yalnız Hz. Âişe ile etrafında bulunan bir grup kimse kalmıştı. Çatışmalar şiddetle devam ediyordu. Bütün bu kanların dökülmesine neden olan münafıkların hedefi; bizzat Hz. Âişe idi. Bunlar Hz. Âişe' ye kadar ilerleyerek onu tevkif etmek, ona hakarette bulunmak istiyorlardı.

 
Sebeîlerin bu maksadını anlayan Dâbbeoğulları Hz. Âişe'yi son derece büyük fedakârlıklarla korumuşlardı. Bekr b. Vâil, Ezd ve Dâbbeoğulları kabileleri Hz. Âişe ile beraberdiler. Bunların onu korumada gösterdikleri cesaret herkesi hayrete düşürmüştü.

Hz. Âişe'nin devesini koruyanlardan biri yere düştükçe bir başkası onun yerini alıyor, o da ayni fedakârlık ve ayni kahramanlık ile dövüşüyordu. Hz. Âişe'nin önünde şehit düşenlerin sayısı yetmişe varmıştı.

Bu çatışmalara bir son vermek için birisi deveye arkasından saldırarak onu yere yıkmış bu arada da, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed, Hz. Ali tarafından koşarak Hz. Âişe'nin korunmasına hizmet etmişti.

 Hz. Ali de Hz. Âişe'nin yanına gelerek hatırını sormuş, birkaç günlük istirahattan sonra onu, kardeşi Muhammed b. Ebu Bekir ile birlikte Medine'ye göndermişti. Hz. Âişe’nin Medine’ye gönderilmesine Basra'nın ileri gelen ailelerine mensup kırk kadar kadın refakat etmiştir.

Hz. Âişe Basra'dan ayrılırken, kendisi ile Hz. Ali arasındaki mücadelenin yanlış anlaşılmadan ileri geldiğini söyledi. Hz. Ali de Rasûl-i Ekrem'in muhterem haremine her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir görev olduğunu belirtti. Hz. Âişe, hicretin otuz altıncı yılı Recep ayında Medine'ye doğru. hareket etti.

Nihayet Hz. Ali 4 Aralık 656 tarihinde bu problemi de alt etti. Bu olaydan sonra hilâfet merkezini Kûfe'ye taşıyarak, şehadetine kadar orada kaldı.

DERLEME

4 Mart 2012 Pazar

TÜRKİY'NİN HAZİNELERİ -> SÜLEYMANİYE CAMİİ - > İSTANBUL


Süleymaniye Camii, Kanuni Sultan Süleyman adına 1551-1558 yılları arasında İstanbul'da Mimar Sinan tarafından inşa edilen camidir.

Mimar Sinan'ın “Kalfalık Esrim,” diye nitelendirdiği Süleymaniye Camii, medrese, kütüphane, hastane, hamam, imaret, hazire ve dükkânlardan oluşan Süleymaniye Külliyesi'nin bir parçası olarak inşa edilmiştir.

Süleymaniye Camii Klasik Osmanlı Mimarisinin en önemli örneklerinden biridir. Yapımından günümüze dek İstanbul'da yüzü aşkın deprem gerçekleşmesine karşın, caminin duvarlarında en ufak bir çatlak oluşmamıştır. Dört fil ayağı üzerine oturan caminin kubbesi 53 m. yüksekliğinde ve 27,5 m çapındadır.Bu ana kubbe, Ayasofya'da da görüldüğü gibi, iki yarım kubbe ile desteklenmektedir.

 Kubbe kasnağında 32 pencere bulunmaktadır. Cami avlusunun dört köşesinde birer minare bulunmaktadır. Bu minarelerin camiye bitişik iki tanesi üçer şerefeli ve 76 m. yüksekliğinde, cami avlusunun kuzey köşesinde son cemaat yeri giriş cephesi duvarının köşesinde bulunan diğer iki minare ise ikişer şerefeli ve 56 m. yüksekliğindedir.

Cami, içindeki kandil islerini temizleyecek hava akımına uygun inşa edilmiştir. Yani cami içinde, yağ lambalarından çıkan islerin tek bir noktada toplanmasını sağlayan bir hava akımı yaratacak şekilde inşa edilmiştir. Camiden çıkan isler ana giriş kapısının üzerindeki odada toplanmış ve burada biriken isler daha sonra mürekkep yapımında kullanılmıştır.

28 revakın çevrelediği cami avlusunun ortasında dikdörtgen şeklinde bir şadırvan bulunmaktadır. Caminin kıble tarafında içinde Kanuni Sultan Süleyman'ın ve eşi Hürrem Sultan'ın bulunduğu bir hazire mevcuttur. Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesinin kubbesi yıldızlarla donanmış gökyüzü imajını vermesi için, içeriden, metalik plakalar arasına yerleştirilmiş pırlantalarla (elmaslarla) süslenmiştir.

Cami süslemeleri açısından sade bir yapıya sahiptir. Mihrap duvarındaki pencereler vitraylarla süslüdür. Mihrabın iki tarafındaki pencereler üzerinde yer alan çini madalyonlarda FetihSuresi caminin ana kubbesinin ortasında ise Nur Suresi yazılı bulunmaktadır. Caminin hattatı Hasan Çelebidir.

Süleymaniye camiinin 4 minaresi vardır. Bunun nedeni Kanuni'nin İstanbul'un fethinden sonraki dördüncü padişah; bu dört minaredeki on şerefinin de Osmanlının onuncu padişahı olduğunun bir işaretidir.

Osmanlı külliyeleri içinde Fatih külliyesinden sonra ikinci büyük külliye Süleymaniye külliyesidir. Külliye İstanbul yarımadasının Haliç, Marmara, Topkapı Sarayı ve Boğaziçi'ni gören ortadaki en yüksek tepesinde inşa edilmiştir. Cami, medreseler, darüşşifa, darülhadis, çeşme, darülkurra, darüzziyafe, imaret, hamam, tabhane, kütüphane ve dükkânlardan meydana gelen külliyede Mimar Sinan'ın türbesi dış avlu duvarlarının karşısında mütevazı küçük bir yapıdır. Tiryakiler Çarşısı'nı iki medrese çevreler, arkasındaki yolda iki küçük ev vardır.

"Tiryakiler Çarşısı adını taşıyan ince uzun meydanın bir cephesini oluşturan ufki tek katlı medreselerde, her kubbenin altında bir pencereyle belirlenen iç odaların imaretleri, aza razı bir zahit tavrı içindeki cephesi, Mimar Sultan Külliyesi'ndeki medrese duvarı pencerelerinin ve kubbe dizilerinin tezyini düzenini hatırlatır"

Ana kubbenin kemeri, Sinan tarafından kemeri kübra,( kudret kemeri) diye adlandırılmıştır. Cami avlusunun platformu, Haliç tarafındaki yoldan yüksektedir.

Camiin iki tarafında yan suffaları vardır. Yine bu suffalara eş, ince sütunların üzerinde deryaya nazır ve sağ tarafı çarşuya bakan katlar...

Cemaat çok olduğu zaman bu suffalarda ibadet ederler. Mübarek gecelerde kandiller yakarlar hepsi yirmi iki bin kandil ve asılmış avizeler… Bu camiin içinde geride Kıble Kapusu tarafındaki iki payelerde bir çeşme vardır ve bazı taklar altında Üst Hazine Maksureleri de ne yazılmıştır ne yazılsa gerektir.

İlkin büyük kubbenin ta ortasında “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun sıfatı sanki içinde bir çerağ bulunan bir hücredir. O çerağ bir sırça içindedir. O sırça kandil de sanki bir inci gibi parıldayan bir yıldızdır ki güneşin doğduğu yere de battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtır. Zeytundan tutuşturulup yakılır. Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa da hemen ışık verir ki nur üstüne nurdur. Allah insanlara meseller irad eder. Allah her şeyi hakkıyla bilendir' ayetini yazmada yedi beyzasını göstermiştir.” (Nur 35).

Mihrab üzerindeki yarım kubbenin içinde... (Enam 79) ayeti ve dört payelerin köşesinde Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin yazılmıştır. Ve minberin sağındaki pencere üstünde (Cin 18) ayeti yazılıdır. Üst pencereler üzerinde Allah'ın güzel adları yazılıdır.



EVLİYA ÇELEBİ’NİN DİLİNDEN SÜLEYMANİYE:

Evliya Çelebi’nin anlatımıyla caminin yapımı şöyle olmuştur: "Bütün Osmanlı ülkesinde ne kadar bin mükemmel üstad mimar yapı ustası işçiler ve taşçılar ve mermer işleyenler varsa hepsini toplayıp üç yıl bütün ayakları bağlı forsa temelini yerin altına indirdiler. Üç senede binanın temeli yeryüzüne yükselip bina meydana çıktı. Bir yıl o halde kaldı.

Bir yıldan sonra Sultan Bayazıdı Veli'nin presesine (hiza ipi) göre mihrap kondu. Dört tarafına duvarlarını kubbe aralarına varıncaya kadar 3 yıl yükselttiler. Ondan sonra metin güçlü dört paye üzerine yüksek kubbeyi yaptılar. Süleymaniye Camii'nin ne yolda şekillendiği, bu ulu camiin kubbenin mavi tasının ta üst tepesi Ayasofya kubbesinden yuvarlak ve yedi meliki arşın yüksek cihanı kaplayan bir kubbedir.

Bu eşsiz kubbenin dört ayağından başka camiin solunda ve sağında dört tane somaki mermer sütun vardır ki her biri onar Mısır hazinesi değerindedir. Ama Allah bilir bu kırmızı renkli dört somaki sütunun cihanın dört köşesinde benzeri yoktur. Ellişer arşın yüksekliğinde güzel sütunlardır.

Mihrap ve minber üzerinde olan renk renk camlar Serhoş İbrahim'in işidir. Her cam parçasında nice kerre yüz bin parçanın renk renk hurda camlarla çiçekler ve Allah'ın güzel adlarıyla süslenmiş camlardır ki, bunlar kara ve deniz seyyahları arasında dünyaca övülmektedir. Felekte bunların eşi görülmemiştir.

Mermeri işleyen üstad ince sütun üzerine bir müezzin mahfili yapmıştır ki güya Cennet mahfillerindendir. Mihrabın üzerinde Karahisari hattıyla “Zekeriya ne zaman bulunduğu mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu (Ali İmran: 37) ayeti zehebi laciverd ile yazılmıştır. Ve mihrabın sağında ve solunda burma, zıh zıh yapma sütunlar ve yine orada bir adam boyu halis bakır ve halis altunla cilalanmış şamdanların üzerinde yirmişer kantar kafuri balmumları… Camiin sol köşesinde sütun üzre bir yüksek makam, Hünkâr Mahfili vardır. Dört sütun payelerin köşelerinde dört tane aşırhan maksurecikleri vardır.

Camiin iki tarafında yan suffaları vardır. Yine bu suffalara eş, ince sütunların üzerinde deryaya nazır ve sağ tarafı çarşuya bakan katlar... Cemaat çok olduğu zaman bu suffalarda ibadet ederler. Mübarek gecelerde kandiller yakarlar hepsi yirmi iki bin kandil ve asılmış avizeler… Bu camiin içinde geride Kıble Kapusu tarafındaki iki payelerde bir çeşme vardır ve bazı taklar altında Üst Hazine Maksureleri de ne yazılmıştır ne yazılsa gerektir.

İlkin büyük kubbenin ta ortasında “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun sıfatı sanki içinde bir çerağ bulunan bir hücredir. O çerağ bir sırça içindedir. O sırça kandil de sanki bir inci gibi parıldayan bir yıldızdır ki güneşin doğduğu yere de battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtır. Zeytundan tutuşturulup yakılır. Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa da hemen ışık verir ki nur üstüne nurdur. Allah insanlara meseller irad eder. Allah her şeyi hakkıyla bilendir' ayetini yazmada yedi beyzasını göstermiştir.” (Nur 35).

Mihrab üzerindeki yarım kubbenin içinde... (Enam 79) ayeti ve dört payelerin köşesinde Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin yazılmıştır. Ve minberin sağındaki pencere üstünde (Cin 18) ayeti yazılıdır. Üst pencereler üzerinde Allah'ın güzel adları yazılıdır.


Ve bu camiin 5 kapusu vardır. Sağ tarafta imam kapusu, sol tarafta hünkar mahfili, altında vüzera kapusu ve iki yan kapuları var, sol yan kapu üzerinde (Rad 24) yazılıdır, kıble kapusu üzerinde sol taraftaki kitabenin içinde Ketebehu Ahmed el Karahisari sene deyü tahrir olunmuştur.


Bu caminin içinde ve dışında olan Ahmed Karahisari hattı bugün hâlâ yerinde durmaktadır. Camii şerifin adı geçen babı saadetlerine ve haremi latifin üç tane yüce kapusuna ayak taş merdivenle çıkılır ve inilir... Ve bu avlunun dört yanına nazır hepsi… Adet pencerelerdir, demirci ustası Davudi sanat gösterüp öyle örs vurmuş ki, bu zamana kadar cilasına bir zerre toz tesir etmeyüp puladı nahçevani gibi parlak pencerelerdir. Ve bu pencereler üzere bütün camlar... Ortasında ibret verici bir havuz vardır...  

Avlunun kıble kapusu bütün kapulardan yüksek bir sanatlı babı saadettir ki yeryüzünde bu kapuya benzer beyaz ham mermer eşikli ve kat kat girişme zıhlı çengelli ve medeneli bir kapu görülmüş değildir, bütün ham mermerdir... Bu camiin dört tane minarelerinin evsafı var ki her biri bir ezanı Muhammedi makamıdır. Dört minare on tabaka... Sol taraftaki üç şerefeli minareye Cevahir minaresi derler. Ve bu camiin iki tarafında kırkar tane abdest tazeleyecek muslukları vardır.

Temelinin atılışındaki metanet ve köşesinde olan zarafet ve güzellik eserleri ve her türlü sanatlar insanı büyüleyen görünüşü, bu camiin içinde ve dışında vardır. Hatta bina tamamlanınca Koca Mimar Sinan şunu der: 'Padişahım sana bir cami inşa ettim ki kıyamet gününde Hallacı Mansur yeryüzünde Makalidi Cibal Demavend dağlarını Hallacın yayından pamuk gibi attığında bu caminin kubbesinde Mansur'un yay kirişi önünde çevgan topu gibi bu rütbe senasını metheder.

Mihrab önünde bir ok atımı yerde bir gülistanı nısfı cihen hıyaban içinde, Süleyman Han'ın meşhedi -toprağı nur olsun-bir yüksek kubbe altında görülür.

Caminin üç tarafında bir kat dış avlu daha vardır ki iki yanı birer at menzili kum sahrasıdır, türlü türlü ulu çınarlar, salkım söğütler, servi ve ıhlamur ve karaağaçlar, dış budak ağaçları ile süslenmiş bir büyük avludur ki üç yanı hepsi pencereli duvarlar ve hepsi on adet kapu... Şark tarafına bakan hamam kapusu. Merdivenle hamama varılır amma bu tarafta avlunun duvarı olmayup İstanbul şehrini temaşa için bir kenarset alçak duvar çekilmiştir. Cümle cemaat orada durup Hünkâr Sarayı, Üsküdar'ı, Boğazhisar’ı, Beşiktaş'ı, Tophane ve Galata ve Kasımpaşa ve Okmeydanı boydan boya görülür.

Bu camiin sağında ve solunda dört mezhep şeyhülislamları içün dört adet büyük medrese vardır. Bir darülhadis ve bir darülkurra ve ayrıca bir tıp ilmi medresesi, bir sıbyan mektebi ve bir darüşşifa ve imaret ve bir yemekhane, bir tavhanei müsafirin, gelip gidenler için bir kervansaray, bir yeniçeri ağası sarayı, bir kuyumcular dökmeciler ayakkabıcılar ve nısfı cihen aydınlık hamamı tetimmei şuhan bin adet hizmetliler evi vardır.

Süleymaniye Camii tamam oldukta bina emini ve nazırı ve mutemedinin hisaplarına göre, 8 kerre 100.000 ve doksan bin üç bin üç yüz seksen üç yük flori." Harcanmıştır.

DERLEME




2 Mart 2012 Cuma

TARİHTEN DAMLALAR -> HZ. OSMAN’IN ŞAHADETİ:


Hz. Muhammet (s.a.v) bir gün evinde yatak kıyafetiyle oturmuş, az önce kendisini ziyarete gelen Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’le konuşuyordu. Bir süre sonra kapı çalınmış ve kendisine Hz. Osman’ın geldiği bildirilmişti,

Hz. Osman’ın geldiğini öğrenen Hz. Muhammet (s.a.v), hemen başka bir odaya geçerek, üzerindeki geceliği çıkarmış elbiselerini giymişti. Hz. Muhammet (s.a.v)’in bu davranışını gören Hz. Ayşe, elbiselerini neden giydiğini sormuş ve şu karşılığı atmıştı:“Osman’dan melekler utanır, ben nasıl utanmam!)”

Ne acıdır ki, Hz. Muhammet (s.a.v)’in böylesine saygısını kazanan bu büyük adam, öldürmesini bilmediği için, kendisine baş kaldıranlar tarafından vahşice öldürülecekti…

Hz. Osman, Hicret’ten 47 yıl önce, bugünkü tarihle 575′te Mekke’de dünyaya gelmişti. Mekke’nin soylu Kureyş ailesindendi, O tarihlerde Kureyşliler birçok kollara ayrılmışlardı. Bunların en önemlileri, Hz. Muhammet (s.a.v)’in de bağlı bulunduğu Haşimiler, öbürü Hz. Osman’ın soyu olan Emevilerdi. Bu iki aile Mekke’yi birlikte yönetiyordu.

Hz. Osman Müslümanlığı kabul ettiğinde 34 yaşındaydı. Müslüman olduktan sonra, Hz. Muhammet (s.a.v)’in büyük kızı Rukiye’yle evlenmişti. Fakat Rukiye, amansız bir hastalık sonucu ölünce, Hz. Muhammet (s.a.v) bu sefer küçük kızı Ümmü Gülsüm’ü, aralarındaki akrabalık bozulmasın diye Hz. Osman’a verdi. Böylece Hz. Osman iki kere peygamber damadı oldu. Bundan ötürü de kendisine “İki Nur Sahibi” anlamına gelen “Zinnureyn” deniliyordu.

Hz. Osman, yumuşak başlı, dürüst, son derece dinine bağlı bir kimseydi. İnsan sevgisi ve acıma duygusu, onun en büyük özelliklerindendi. Hz. Muhammet (s.a.v)’i içtenlikle sever. Onun uğrunda hiç bir fedakârlıktan kaçınmazdı. Etkili bir konuşmacıydı. Kur’an-ı Kerim’in kitap haline getirilmesinde olduğu kadar Müslümanlığın yayılmasında da büyük çaba göstermiş ve başarı sağlamıştı.

Hz. Osman’ın Halifeliği zamanında, İslâm Devleti, Orta Asya’dan Atlas Okyanusuna kadar uzanıyor, İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’ı içine alıyordu. Bütün bu ülkeler, Basra, Küfe, Şam ve Mısır Valilikleri tarafından yönetiliyordu.

Onun amacı, Hz, Ömer’den devraldığı bu büyük İslâm devletinin sınırları içindeki değişik ırk, dil ve dindeki toplumları birbirleriyle kaynaştırmak, ileri ve uygar bir yönetim kurmaktı. Bunda başarı kazanmış, Hz. Ömer’in yerini tam anlamıyla doldurmuştu.

On iki yıllık Halifeliğinin ilk altı yılı, tam bir güvenlik ve düzen içinde geçmişti. Ülkede eksiksiz bir denetim kurulmuş, tarım ve ticaret alanlarında büyük atılımlar yapılmıştı. Ne var ki, varlıkları çoğaldıkça Müslümanlar yaşadıkları gösterişsiz ve yalın hayattan uzaklaşıp dünya zevk ve nimetlerinden yararlanmak için günlerini gün etmeye bakıyorlardı.

Hz. Muhammet (s.a.v) bir konuşma sırasında, rekabet ve kin duygusunun varlıkla birlikte geleceğini bildirmişti. Gerçekten de öyle olmuştu. Aralarına çıkar ayrılıkları girdikçe, Müslümanların birliği bozuluyor, eski içtenlik ve gerçek dostluk hiç bir yerde görülmez oluyordu. Artık Müslümanlar da Bizanslılar ve İranlılar gibi, saraylarda oturuyor, değerli kumaşlardan elbiseler giyiyorlardı. Hz. Muhammet (s.a.v)’in döneminde yaşamış olanlar yaşlanmışlardı. Onların yerine geçen yeni kuşak eskilerin ülkülerine bağlılıktan yoksundu. Madde ve çıkar onlara daha çekici geliyordu.

Öte yandan Kureyş’in iki kolu olan Haşimilerle Emeviler birbirlerine düşman kesilmişlerdi. Emeviler, Hz. Osman’la olan yakın akrabalıklarından yararlanıp bütün yüksek memurlukları ellerine geçirmişlerdi. Bu durumdan en çok Haşimiler yakınıyorlardı.
Bu Sıralarda Mısır’dan birkaç kişi Medine’ye gelerek Hz. Osman’a Vali Abdullah bin Sa’d'ı şikâyet ettiler. Halife Hz. Osman, Vali’yi azarlayan bir mektup yazdı. Gelenler, mektubu Vali’ye ilettiklerinde, Abdullah bin Sa’d Halife’nin buyruklarına boyun eğeceği yerde, onları dövdürdü. Dahası şikâyetçilerden biri, dayak sırasında öldü. Bu olay, genel hoşnutsuzluğun su üzerine çıkmasına ve birtakım ayaklanma girişimlerine yol açtı.

Ayaklananlar Basra, Küfe ve Mısır üzerinden Medine’ye doğru üç ayrı koldan yürüyüşe geçtiler. Ancak, Medine’de Hz. Osman’ı tutanların bir ordu topladıklarını işitince, kentin yakınlarında konakladılar. Gelenler 600 kişiydiler. Duydukları bu haberin doğruluğunu öğrenmek için, Medine’ye birkaç kişilik bir kurul gönderdiler.

Bunlar, Medine’de Hz. Ali, Talha ve Zübeyr’den başka, Hz. Muhammet (s.a.v)’in eşleri ve kentin ileri gelenleriyle görüştüler. Hac amacıyla geldiklerini, ayrıca halka kötü davranan memurların görevlerinden alınmaları için başvuracaklarını, arkadaşlarının da Medine’ye girmelerine izin verilmesini söylüyorlardı. Talha ve Zübeyr söylenenlere inanmadılar. Ayaklananlar, kötü amaçlarının ortaya çıktığını görünce Medine’nin dışında bekleyen arkadaşlarının yanına döndüler.  

Aralarında yeniden bir görüşme yaptıktan sonra, Mısırlıların Hz. Ali’ye. Basralıların Talha’ya ve Kufelilerin ise Zübeyr’e başvurarak, kabul ederlerse Hz. Osman’ın yerine kendilerini Halife seçeceklerini söyleme kararını aldılar. Teklif aynı anda üçüne birden yapılacak ve onların iktidar tutkuları kamçılanarak, düşmanlarını parçalayıp güçsüz düşüreceklerdi.

Hz. Ali olup bitenlerden kuşkulandığı için, Medine’de asker toplamış, oğulları Hasan ve Hüseyin’i de Hz. Osman’ı korumakla görevlendirmişti. Kendisi de Medine dışında karargâh kurmuştu. Burada Mısırlıların temsilcileriyle görüşen Hz. Ali, teklifi öğrenince öfkelendi, hepsini kovdu. Öteki asi kurulları da Talha ve Zübeyr’den aynı karşılığı alınca, gidiyormuş gibi yaptılar. Bunun üzerine Hz. Ali, askerleriyle Medine’ye döndü.

Fakat ayaklananlar birdenbire geri dönerek saldırıya geçmişler ve güvenlik tedbirlerinin kaldırıldığı Medine’ye girmişlerdi. Kendilerine karşı koyanların öldürüleceğini, halka hiç bir kötülüklerinin dokunmayacağını açıklayan isyancılar, Hz. Osman’ın gönderdiği kişilerin öğütlerini dinlemediler. Daha sonra Medine’nin ileri gelen kişileriyle ayaklananların yanına giden Hz. Ali:
“Gitmeye karar vermişken niçin geri döndünüz?” diye sordu. İsyancılar, Hz. Ali’ye amaçlarının Hz. Osman’ı Halife’likten düşürmek olduğunu söylediler. Hz. Osman’ı tutanlar, isyancılarla çarpışmak için ondan izin istediler. Fakat Hz. Osman, kendisinin yüzünden Müslüman kanı akıtmasından yana olmadığından, onlara bu izni vermedi.

İsyancılar Medine’ye yerleşmişlerdi. Hz. Osman ise sanki hiç bir şey olmamış gibi imamlık görevine devam ediyordu. Ona karşı olanlar da arkasında namaz kılıyorlardı. Bir cuma namazında Hz. Osman minberden, isyancılara seslenerek:

“Sizler lanetlenmiş kişilersiniz. Gelin asilikten vazgeçin, lanetlenmiş olmayın!” dedi. Camide bulunanlardan birkaç kişi de onun bu sözlerini onayladılar. Buna çok kızan asiler, halkı taşa tuttular. Atılan taşlardan biri de Hz. Osman’ın başına geldi ve bayılmasına yol açtı.

Vilâyetlerde, Medine’deki karışıklıklar öğrenilince, Hz. Osman’ı kurtarmak için hazırlıklar başladı. Şam’dan, Kûfe’den ve Basra’dan ona bağlı birlikler hızla Medine’ye doğru ilerlemeye başladılar. Tehlike içinde olduklarını anlayan isyancılar, işi çabucak bitirmek için Hz. Osman’ı öldürmeye karar verdiler.

Hz. Ali isyancıların kararını öğrenince, oğulları Hasan ve Hüseyin’i yeniden Hz. Osman’ı korumakla görevlendirdi. Talha, Zübeyr ve öteki seçkin kişiler de oğullarını Hz. Osman’ın yanına gönderdiler, öte yandan isyancıların Hz. Osman’ı öldürmeye iyice kararlı olduklarını gören Hz. Ali onlara:“Kılıçlarınızı sıyırmayın; sıyırırsanız bir daha kınına koyamazsınız! Unutmayınız ki, Medine’yi koruyan meleklerdir. Eğer onu öldürürseniz, melekler Medine’yi bırakıp giderler! Bir Halife öldürülürce, 30 bin insan öldürülmüş sayılır,” diye onlara öğüt verdi fakat bu sözlerinin bir etkisi olmadı.


 
İsyancılar bir gün saldırıya geçip Hz. Osman’ın evini ok yağmuruna tuttular. Atılan oklardan, Hz. Ali’nin oğlu Hasan’la, Talha’nın oğlu Muhammet yaralandı. İsyancılar, ok atarak bir sonuç alamayacaklarını anlayınca, bitişik evin duvarını delerek Hz. Osman’ın evine girdiler.

Bu sıralarda Hz. Osman 82 yaşındaydı. Bir gece önce düşünde Hz. Muhammet (s.a.v)’i görmüş ve Peygamber ona:“Yarın akşam iftarı bizim yanımızda yapacaksın…” demişti.

Delik duvardan içeri giren isyancılar, Hz. Osman’ı oruçlu ağzıyla Kur’an-ı Kerim okurken buldular. Muhammet bin Ebubekir, Hz. Osman’ın sakalından tutarak:“Şimdi seni elimden hiç kimse alamaz!” diye bağırdı. Hz. Osman, Muhammet bin Ebubekir’in yüzüne bakarak yavaş bir sesle:“Baban bu halini görse, ne kadar utanır, ne kadar üzülürdü…” deyince, Ebubekir utancından kaçtı.

Geriye kalan üç suikastçıdan biri kılıcını çekerek Hz. Osman’a doğru salladı. Eşinin yanında bulunan Naile Hatun, Hz. Osman’ı korumak için kollarını siper etmek isteyince parmakları doğrandı. Bu sefer öbür iki suikastçı Halife’ye saldırdı. Biri kılıcını Hz. Osman’ın göğsüne saplarken, öteki de boğazına sarıldı. Az sonra, Hz. Osman kanlar içinde, cansız yerde yatıyordu.

Hz. Osman’ın kanı, okumakta olduğu Kur’an’ın üzerine sıçramıştı. Naile Hatun’un bağırışı üzerine koşan kölelerden biri, suikastçılardan ikisini öldürdü, üçüncüsü kaçmayı başarabildi. Kapıda nöbet bekleyenler de içeriden gelen gürültüleri duyunca, odaya girmişler, fakat geç kaldıklarını görmüşlerdi.

İsyancılar iki gün Medine’ye egemen oldular. Korkusundan kimse sokağa çıkamıyordu. Hz. Osman’ın cesedi iki gün olduğu yerde kaldı. Sonunda Hz. Ali Hz. Osman’ın gömülmesi için harekete geçti. Ölüyü taşlamak isteyen isyancıları dağıttı. Hz. Osman’ın cenazesi, Medinelilerden ancak 20 kişi tarafından kaldırılarak gömüldü.

Hz. Osman’ın Kur’an-ı Kerim üzerine sıçrayan kanı hiç bir zaman kurumadı. Müslümanlar arasındaki savaşın başlangıcı oldu. Yüzyıllarca, sanki bu kanın kurumasını önlemek istercesine, mezhep kavgalarıyla Müslümanlar birbirlerinin kanını akıtıp durdular.

DERLEME