2 Ağustos 2012 Perşembe

ÖKSÜRÜĞE KARŞI VİCKS




Ayak tabanlarımızın yağı emen özel bir yapısı vardır. Bu nedenle eğer ayak tabanlarınıza örneğin sarımsak sürerseniz yaklaşık 20 dakika sonra tadını ağzınızda hissedersiniz. Bunu bulan bilim adamları nedenini henüz bilmiyor ama bu etki insanoğluna bir tedavi olarak geri dönüyor.

Özellikle çocuklarda (ve tabi doğal olarak büyüklerde de) gece uyutmayan şiddetli öksürük nöbetlerine karşı ayak tabanlarınıza güzelce bir vicks ya da benzeri bir merhem sürün ve kalın bir çorap giyin beş dakika içinde öksürüğün kendiliğinden geçtiğini göreceksiniz. Her zaman % 100 etkili olur ve çocuklara ağır öksürük ilaçları vermekten daha etkilidir. Deneyin, denemesi bedava.

DERLEME


İNSANLAR HZ. ADEM VE HZ. HAVVA'DAN YARATILDIYSALAR NEDEN 4 DEĞİŞİK KAN GRUBU VAR?



Bu soruya cevap vermek için önce kan gruplarını belirleyen genetik faktörleri hakkında biraz bilgi almamız gerekiyor. Kan gruplarını belirleyen üç çeşit gen vardır: A, B ve 0. Her insanda bu genlerden bir tane annesinden, bir tane de babasından olmak üzere iki tane gen vardır. En içinde A ve B genleri baskındır, yani bu genler her koşulda aktiftirler.

0 geni ise çekinik gendir, baskın gen yanına gelirse etkisiz olur. Bu durumu birkaç örnekle açıklayalım. Diyelim ki bir kişi annesinden A genini, babasından 0 genini almış olsun, 0 geni çekinik gen olduğundan aktif olan A geninin yanında etkili olamayacağından kişinin kan grubu A olacaktır.

Eğer kişi hem anne hem babasından 0 genini alırsa bu kişinin kan grubu doğal olarak 0 olacaktır. Son olarak annesinden A, babasından B alırsa, iki gen de baskın gen olduğundan kişinin kan grubu AB olacaktır. Sözün burasında anlaşılmayı kolaylaştırmak için önemli bir şeye açıklık getirmekte fayda vardır; anne ve baba çocuklarına sahip oldukları iki genden sadece birini geçirirler.

Şimdi de bu bilgiler ışığında 4 kan grubunun iki kişiden çıkıp çıkamayacağı konusuna bir göz atalım. Var sayalım ki Hz. Adem’in genleri A ve 0 olsun bu durumda Hz. Adem’in kan grubu A geni her durumda aktif olduğundan A olacaktır.  Hz. Havanın da genleri B ve 0 olsun Bu durumda da Hz. Havva’nın kan grubu B geni aktif olacağından kan grubu B olacaktır.

Şimdi Hz. Havva ve Hz. Adem’in dört çocuğu olduğunu var sayalım. Birinci çocuk babadan da anneden de 0 genini almış olsun, bu çocuğun kan grubu 0 olacaktır. İkinci çocuk babadan A, anneden 0 genini almış olsun, onun da kan grubu A olacaktır. Üçüncü çocuk babadan 0, anneden B genini almış olsun, onunda kan grubu B olacaktır. Son olarak dördüncü çocuk babadan A, anneden B genini almış olsun, onunda kan grubu AB olacaktır. Sonuç olarak 2 kişiden 4 kan grubu çıkması imkânsız değildir. Hatta dört kan grubu çocuklarda ortaya çıkmayıp, torunlarda da ortaya çıkabilir.

Sonuç olarak tüm insan ırkının iki kişiden gelmiş olduğu düşüncesi 4 kan grubu olması ile uyumludur. Bu noktadan dine bir itiraz geliştirmek mümkün değildir.


DERLEME

30 Mayıs 2012 Çarşamba

HUDEYBİYE BARIŞ ANTLAŞMASI

Hudeybiye Antlaşması, diğer adıyla Hudeybiye Barışı 628 yılında Medineli Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasında yapılmış bir barış antlaşmadır. Mekke yakınlarında bir belde olan Hudeybiye’de yapılmış olduğu için adını bu yerden almıştır.

Mekkeli müşrikler hicretin beşinci yılında Hendek Savaşı’ndan istedikleri sonucu alamayıp Mekke’ye geri dönmek zorunda kalmışlardı. Hendek savaşı Mekkeliler için tam bir yenilgi sayılmazdı ama sonuçları bakımından Müslümanlara büyük bir itibar kazandırmıştı. Bundan da Mekkeliler rahatsızdılar. Giderek güçlenen İslam karşısında ne yapacakları konusunda kararsız olmaları onları iyiden iyiye endişeye sevk ediyordu.

İşte tam da bu zamanda, hicretin altıncı yılında İslam Peygamberi Hz. Muhammed Aleyhisselâtu vesselâm görmüş olduğu bir rüya üzerine ashabına Beytullah’ı ziyaret etmek istediğini ve yol hazırlığı yapmalarını söyledi. Bu habere çok sevinen Müslüman Medineliler kısa zamanda hazırlanarak Peygamber aleyhisselâm önderliğinde Mekke’ye doğru yolla çıktılar. Yola çıkanların sayısı 1500 kişi civarındaydı. Amaçları Mekke’yi ziyaret etmekti.  Niyetleri ziyaret olduğu için yanlarına sadece yolculuklarda kullanmış oldukları silahlardan başka silah almamışlardı.



Mekke’ye yaklaştıklarında Zül-Hüleyfe adıyla bilinen beldede ihrama girdiler ve yanlarında getirmiş oldukları develerden 70 tanesini kurban etmek için işaretleyerek “Lebbeyk” sedalarıyla yollarına kaldıkları yerden devam ettiler. Bu arada Efendimiz aleyhisselâm müşriklerin tutumunu öğrenmek için Mekke’ye adamlar gönderiyor durumdan haberdar olmak istiyordu. Gelen haberler müşriklerin Müslümanları Mekke’ye sokmamakta kararlı göründükleri yönündeydi. Çevredeki bazı kabileler de Mekkeli müşrikleri destekliyordu.


Hz. Peygamber aleyhisselâm Kusva isimli devesiyle birlikte yolculuğunu sürdürmekteydi. Mekke’ye oldukça yaklaşmışlardı. Birden Kusva yere çöktü. Ne kadar uğraştıysalar deveyi çökmüş olduğu yerden kaldıramadılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber aleyhisselâm Deveyi rahat bırakmalarını söyledi ve burada mola vermeye karar verdi.

Konakladıkları bu köyün adı Hudeybiye’ydi. Mola verir vermez efendimiz aleyhisselâtu vesselâm Haraş bin Ümeyye’yi Mekke’ye gönderip savaş için değil, ziyaret için geldiklerini haber verdi. Fakat Kureyş bunu kabul etmedi ve Ümeyye’yi öldürmeye kalktı. Mekkelilerin elinden kurtulup geri dönen Haraş bin Ümeyye durumu Hz. Peygambere anlattı. Bunun üzerine efendimiz aleyhisselâm Mekkelilere savaşmaya değil Kâbe’yi ziyarete geldiklerini isterlerse bir barış antlaşması yapılabileceğini. Ama eğer kabul etmezlerse onlarla savaşacağı haberini gönderdi.

Bu tehdit üzerine Mekkeliler Efendimiz aleyhisselâmın niyetinin gerçekten savaş olup olmadığı konusunda kesin bir bilgi almak maksadıyla Sakîf Kabilesinden Urve’yi Peygamber aleyhisselâma gönderdiler. Urve, Peygamberimizle görüşüp geri döndü ve Mekkelilere Müslümanların savaşmak niyetinde olmadıklarını söyledi. Gördüklerini anlattı.
Urve, Eshâb-ı kirâmın Peygamberimize bağlılığına hayran olmuş, böyle bir bağlılığa hiç rastlamadığını itiraf etmişti. Mekkeliler yine ikna olmadılar. Bu sefer de Müslümanlara baskın yapmaları için askerî bir birlik gönderdiler. Peygamberimiz bu birliği esir aldı. Ancak savaşmak niyetinde olmadığı için onları serbest bırakıp geri gönderdi. Daha fazla beklemek istemeyen Hz. Peygamberimiz efendimiz durumu bir kere daha izah etmek için Mekke’ye Hz. Osman’ı gönderdi. Fakat Mekkeli müşrikler onu alıkoydular. Hz. Osman’a isterse kendisinin Kâbe’yi tavaf edebileceğini ama başkasına izin vermeyeceklerini söylediler. Hz. Osman da Efendimiz olmadan Kâbe’yi asla ziyaret etmeyeceğini söyledi.

Hazret-i Osman beklenen zaman içinde dönemeyince, Kureyşliler tarafından şehit edildi şâyiâsı çıktı. Peygamberimiz hemen Eshâb-ı kirâmı toplayıp bu durumu görüştü. İslâmiyet uğrunda canlarını feda etmek için eshabını biata (sözleşmeye) çağırdı. Hep birlikte savaşarak şehit olmaya, asla dönmemeye söz verdiler. Peygamberimizin elini tutarak biat ettiler. Hz. Osman adına da Peygamberimiz biat yaptı. Hudeybiye’de peygamberimiz efendimize yapılmış olan bu biata  “Biatür-Rıdvan” (Rıdvan Biatı) adı verildi.
Müslümanların Resulullah efendimize karşı mutlak itaatini ve dinlerine olan bağlılıklarını gösteren bu Biatı duyan Kureyşliler çok büyük bir endişeye kapıldılar. Bu endişe ve korku sebebiyle göz hapsinde tuttukları Hz. Osman’ı derhal serbest bıraktılar. Peygamberimiz ile barış yapmak için de Amr bin Süheyl başkanlığında bir heyet gönderdiler. Uzun görüşmelerden ve pazarlıklardan sonra nihayet on sene geçerli olacak olan barış antlaşmasını imzaladılar. Bu antlaşma Hudeybiye adlı beldede imzalandığı için de adına “Hudeybiye Barış Antlaşması” dediler.

Bu antlaşmaya göre Müslümanlarla karşı taraf arasında 10 yıl boyunca savaş olmayacak ve iki taraftan da hiç kimse diğer tarafın malına ve canına el uzatmayacaktı.

Müslümanlar bu yıl Beytullah'ı ziyaret etmeksizin geri dönecekler. Gelecek yıl üç günden fazla olmamak üzere Mekke'ye gelip Beytullah'ı ziyaret edeceklerdi. Bu üç gün süresince Mekkeliler de şehir dışına çıkacaklardı.

Müslümanlardan Kureyş'e sığınacak biri olursa, geri verilmeyecek, fakat onlardan Müslümanlara sığınanlar olursa geri gönderilecekti.
Müslümanlardan hac, umre ve ticaret için Mekke'ye gideceklerin canları ve malları güven altında olacak. Kureyş tarafında Mısır'a ve Şam'a gidenlerle ticarette bulunmak üzere Medine'ye gelenlerin de canları ve malları güven altında bulunacaktı.

Kureyş'ten başka diğer kabileler isterlerse Müslümanların, isterlerse Kureyş'in koruması altına girebileceklerdi.



Bu anlaşma ile birlikte Mekkeli müşrikler Medine’de kurulmuş olan İslam devletini resmen tanıyarak bu devletin siyasi varlığını kabul etmiş oluyorlardı.

Bu antlaşma ilk bakışta Müslümanların aleyhineymiş gibi görünüyor olsa da hukuken tanınmış olmak aslında Müslümanlara büyük avantajlar sağlamaya başlamıştır. Barış ortamının oluşmasıyla birlikte Müslümanlar bütün Arap yarımadasına ve hatta daha geniş bir alana İslam Dini’ni yayma fırsatı kazandılar.


Hudeybiye antlaşmasından bir yıl sonra efendimiz aleyhisselâm Mekke’ye giderek umre yapmış ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. On yıl süreyle yapılmış olmasına rağmen daha ikinci yılında Müşrikler tarafından bozulmuş olan Hudeybiye Barış Antlaşması Müslümanlara Mekke’nin fethini hazırlamış ve antlaşmanın bozulmasından kısa bir süre sonra da Mekke Müslümanlar tarafından fethedilmiştir.












19 Mart 2012 Pazartesi

TARİHTEN DAMLALAR - > HAKEM OLAYI



Hz. Ali ve Hz. Muaviye taraftarları arasında meydana gelen Sıffin savaşında daha fazla Müslüman kanının akıtılmaması amacıyla düşünülen, Hz. Ali'nin Ebu Musa el-Eş'ariyi Hz. Muaviye'nin ise Amr bin As’ı hakem olarak tayin ettikleri ve adı geçenlerin Hicri Ramazan 37, Miladi Şubat 657 tarihinde ortak bir karara varmak amacıyla bir araya gelip bu konuda hüküm vermek üzere anlaştıkları olayın adı.

Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle ortaya çıkan karışıklığın, Hz. Ali'nin halife tayin edilmesiyle nispeten hafiflediği görülmüş ve Müslümanlar çoğunlukla Hz. Ali'ye bey'at etmişlerdi. Hz. Aişe, Zübeyr, Tâlha ve Şam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye bey'at etmeyenlerin başında geliyorlardı. Bunların Hz. Ali'ye bey'at etmemelerinde Osman’ın öldürülmesi olayının Hz. Ali taraftarlarınca gerçekleştirildiği görüsü rol oynuyordu.

Ancak Hz. Ali bu olaylarla uzaktan yakından bir ilişkisinin olmadığını, hatta zorla, istemediği halde tehdit sonucu halife seçilmiş olduğunu ileri sürülerek kendisine bey'at etmeyenlerin Müslümanlar arasına nifak soktuklarını ifade etti. Hatta daha sonra meydana gelecek olan Cemel vakasında dahi savaştan eser yokken, gece vakti nifakçıların Hz. Aişe tarafına saldırmaları neticesi savaş çıkmış, Hz. Ali bu savaşta şehit olan Hz. Zübeyr'e "Ey Zübeyr, hatırlamıyor musun bir gün Ganemogulları mahallesinde beraberken Hz. Peygamberle karşılaşmıştık. Bize söyle demişti; "Ey Zübeyr bir gün Ali b. Ebu Talib'le savaşacaksın ve o savaşta sen ona karşı haksız durumda bulunacaksan".

Bunun üzerine Hz. Zübeyr, 'Vallahi hatırladım, seninle savaşmayacağım' diyerek savaştan vazgeçmeyi düşünmüş, ancak oğlu Abdullah onu zorlamıştı. Bundan da Hz. Ali'nin bu olayda haklı olduğu ve kendisine bey’at edilmesinin gerektiği sonucu çıkmaktadır. Nitekim Hz. Aişe de bu savaştan sonra gerçeği anlayarak Medine'ye evine dönmüştür.


Cemel Vakası’ndan sonra Hz. Ali, Cerir bin Abdullah Becili'yi, kendisine bey'at etmeyen Muaviye'ye bey’at almak amacıyla göndermiş ve Müslümanların Cemel vakasındaki durumundan örnekler vererek kan dökülmemesini istemiştir. Muaviye, Cerir'i bir süre oyalayarak Şam halkının görüşlerine başvurdu. Şamlılar Hz. Osman’ın kanını dökenlerle savaşıncaya kadar uyumayacaklarına ve intikam almaya dair yemin etmiş olduklarını söylediler.

Diğer taraftan Muaviye Hz. Osman’ın kanlı gömleğini Dimask'ta mescide asarak halka teşhir etti. Muaviye, danışmanı Amr bin As ve Şam ileri gelenleriyle görüşerek Hz. Ali'ye bey’at etmeyeceğini söylemiş ve Cerir bin Abdullah’ı geri göndermişti

Cerir, Hz. Ali'ye gelerek olanları anlattı. Muaviye'nin kendisi aleyhine hazırlık yaptığını hatırlatarak Hz. Ali'yi bu konuda uyardı. Bunun üzerine Hz. Ali Medine'deki Müslümanları ve onlara tabi olanları toplayarak Muaviye üzerine hareket etti.

İki ordu Sıffin ovasında karsılaştılar. Hz. Ali, Beşir bin Amr Ensari, Said bin Kâys Hemdani ve Sebes bin Rabi Temimi'yi göndererek itaat etmesini bildirmelerini söyledi. Ancak Muaviye, itaate yanaşmayarak diretti. Hicri 36 yılı Zilhicce ayına kadar savaş öncü birlikler ve mübarezeler seklinde devam etti.

Haftalarca karşılıklı elçi gönderme seklinde geçen olaylar Hz. Ali'nin Muaviye'nin bey’at etmeyeceğine kanaat getirerek Muharrem ayından sonra halka şu ilanı yaptırmasıyla son buldu: "Müminlerin emiri der ki: Hakk'a dönmeniz ve ona yönelmeniz için sizi teşvik etmek istedim. Size, Allah’ın kitabıyla delil getirdim ve ona davet ettim. Siz ise taşkınlıktan, azgınlıktan vazgeçmediniz. Hakk'a icabet etmediniz. Ben de size aynı şekilde ahdimi bozdum. Zira Allah hainleri sevmez" Bu ilan sonunda Şam halki emir ve reislerine sığındılar.

Yüz on gün boyunca devam eden bu bekleyiş, Sefer ayının dördüncü günü başlayan savaşla son bularak Hz. Ali taraftarlarının saldırısıyla alevlenmişti. Ester Nehai'nin başarısı Hz. Ali taraftarlarının Muaviye'nin karargâhına kadar varmalarını sağlamış ve bayat edenleri üstün bir duruma geçirmişti.

Bu sırada Ammâr bin Yasir şehit düşmüş, bunu Veysel Karani izlemişti. Bunların şehit olduğunu duyan Muaviye'nin başkomutanı Amr bin As, Hz. Peygamber'in "Ammâr asiler tarafından öldürülecek" hadisini hatırlayarak savaştan vazgeçmeyi düşündü. Ancak Muaviye'nin baskısıyla vazgeçti ve Muaviye ona sonlarının kötüye gittiğini, Hz. Ali'nin kendilerini öldüreceğini söyleyerek derhal bir şeyler yapıp Ali safındaki Müslümanları durdurmasını söyledi: "Haydi bakalım maharetini göster ey Ibnü'l As, yoksa mahvolduk demektir" diyerek Amr'i önledi.

Bunun üzerine Amr da Muaviye askerlerine "Ey nâs! Kimin yanında Mushaf varsa mızrağının ucuna takarak havaya kaldırsın" diye hitab etti. Amr, bu hareketinin Hz. Ali taraftarları üzerinde büyük bir etki göstereceğini biliyordu ve nitekim öyle oldu. Müslümanlar Kuran’a karşı gelemezlerdi. Basra kurrasından Mis'ar bin Fedeki ile Esas bin Kays’in başkanlığında bir grubun baskısıyla Hz. Ali de savaşı bırakmak zorunda kalmıştı. Hatta tehdit edilerek kendisine şöyle denildi: "Allah’ın kitabına çağrıldığında ona uy, yoksa seni kalabalığa bırakırız veya Osman'a yaptığımız gibi yaparız!"

Bunun üzerine Hz. Ali "Ey Allah’ın kulları: Hakkınızı almaya ve doğru olan işinizi yapmaya devam edin. Zira Muaviye, Amr bin As, Ibni Ebu Muaye, Habib bin Meseleme, İbni Ebu Seher ve Dahak bin Kays dine ve Kur'ân'a sahip ciddi ve samimi insanlar değillerdir. Ben onları sizden daha iyi bilirim." Fakat bu tür konuşmaları bir fayda vermedi. Askerler: "Biz Kur'ân'a karşı kendimizi ortaya atıp meydan okuyamayız, Hz. Ali'nin sözlerini kabul edemeyiz" diyerek savaşmaktan vazgeçtiler Böylece sulhun akdedilmesi konusunda, Kurra ehlinin büyük tesiri olmuştur.


Kurra ehli, Müslümanların arasındaki sorunun çözümünde Kur'ân'ı hakem olarak kabul ve tavsiye ediyorlar, herkesi bu görüşe göre yönlendirerek Hz. Ali'nin de bu görüşü benimsemesi için ona baskı yapıyorlardı. Sonunda Hz. Ali, Muaviye’ye elçi olarak gönderdiği komutanı Ester'i geri çağırarak; "Yazıklar olsun! Ester'e söyleyin geri gelsin. Zira fitne çıktı. Artık harbi bırakmaktan başka çare yok," diyerek sulhe ister istemez razı oldu.

Sonra Muaviye'ye Es'as bin Kays'i göndererek ne istediğini öğrenmesini söyledi. Hz. Muaviye gelen elçiye; "Siz ve biz Allah’ın kitabında emrettiği şeye döneceğiz. Sizden, razı olduğunuz bir kişiyi gönderiniz, biz de bir kişi göndeririz ve bu kişilerin Allah’ın Kitabında olan hükümle karar vermelerine, Kitaptan şaşmamalarına dair onlardan söz alırız. Daha sonra da anlaştıkları şeye uyarız,” diyerek planını açıkladı.

Es'as bu teklifi alarak dışarıya çıktı ve bazen bizzat kendisi okumak suretiyle bazen de halka verip okutmak suretiyle ilân etmeye başladı. Nihayet Temim oğullarından bir gruba götürdü. Aralarında Urve bin Üdeyye'nin de bulunduğu bu grup, söz konusu mektubu okuyunca Urve bin Üdeyye "Allah’ın emri dururken tutup da başka şahısları mı hakem tayin ediyorsunuz? Oysa Allah'tan başka hiç kimsenin hüküm verme yetkisi yoktur" (La hükme illa lillah) dedi.

Hakemlerin seçimi konusunda Muaviye’nin tayin edeceği kişi belli idi ki bu Amr bin As'dan başkası olamazdı. Ancak Hz. Ali taraftarlarından Es'as ve ona tabi olanlar da "Biz Ebu Musa el Eşari'ye razıyız," dediler. Bunun üzerine Hz. Ali "Siz daha işin başında bana isyan ettiniz, şu an bana karşı gelmeyiniz" diyerek Ebu Musa hakkındaki endişesini açıkladı ve onlara ihtarda bulundu.

Hz. Ali'ye göre Ebu Musa Eş'arî insanları Muaviye tarafına yönlendirerek kendi sırlarını onlara anlatıyordu. Ancak taraftarları Ebu Musa üzerinde direttiler. Hz. Ali de bunların görüşlerine istemeyerek de olsa uymak zorunda kaldı. Hz. Ali'nin bu kanaati ise Haricilerin ortaya çıkması neticesinde doğrulanmış oluyordu.

Onların da yanlış davranışları hem yeni bir sapık fırkanın doğmasına hem de birçok kimsenin itikadının bozulmasına yol açtı. İki taraf, arasında hakem tayini ile ilgili sözleşmeyi yazarak bunun kabul ve tasdikini garanti altına aldılar.

Sözleşmenin özeti söyle idi: "Bismillahirrahmanirrahim". Bu, üzerinde Ali bin Ebu Talib ve Muaviye bin Ebu Süfyan'ın anlaştığı bir metindir, Allah’ın hükmüne ve Kitabına göre hareket edecegiz. Bizi Allah’ın Kitabı’ndan başkası birleştiremez. Allah’ın Kitabi baştan sona kadar elimizde olduğundan, onun dirilttiğini biz de diriltir, terk ettiğini biz de terk ederiz. Her türlü hükmünü kabul ederiz.

İki hakem Ebu Musa Abdullah bin Kays el Eş'ârî ve Amr bin Âs, Allah’ın Kitabı’nda ne bulurlarsa onunla amel edeceklerdir. Allah’ın Kitabı’nda bulamadıklarını, bir araya getirici adil sünnette arayacaklardır. Ali ve Muaviye, Allah'a karşı ahit ve misak içindedirler.

Her biri derler ki: "Ben bu sahifedeki şeye razıyım." Abdullah bin Kays el-Eş'ari ve Amr bin Âs, Allah adına yemin etmişlerdir. Kararı Ramazan ayına ertelemişlerdi. Sonra ikisi, bu sayfada olan şey üzerine bu hususta zulüm ve saptırmak isteyen ve bu sahifede olan şeyi terk eden kimseye karşı şahitlerin yardımcı olacaklarına dair şahadetlerini yazarlar. On beş sefer, hicrî 37."

İki hakem yetkilerini gösteren sahifeleri alarak Ramazan 37 Hicri (Miladi 657)'de bir araya geldiler. Erzuh'ta Dumetü'l-Cendel'de her iki taraftan dört yüzer kişilik birer grup hakem kararını almak üzere toplantıya katıldı. İki hakem önce niçin toplandıklarını konuşarak karara vardılar. Bunun amacı halkın arasındaki gerginliği azaltmaktı.

Önce Amr söz aldı. "Hz. Osman’ın haksız olarak öldürdüğü fikrine katılıyor musun?". Ebu Musa "evet" diyen Amr, bin As’a İsrâ suresi 33. ayette haksız yere insan öldürülemeyeceğini gösteren delilini ileri sürdü. O halde ey Ebu Musa! Seni Hz. Osman’ın velisi Muaviye’ye karsı çıkaran nedir? O Kureyş’tendir deyince Amr da Hz. Ali'nin Peygamber’in soyundan olduğunu ve damadı olarak Muaviye’den önce geldiğine işaret etti.

Bu tür çekişmeler uzun bir süre daha devam etti. Onlar sulhun böyle devam edemeyeceğini, hem Hz. Ali hem de Muaviye’ye bey'at edilmemesi gerektiğine inanarak fikir birliğine vardılar. O halde yeni halife Müslümanlar tarafından seçilmeliydi. Şimdi yapılacak iş bu kararlarını Müslümanlara bildirmeye gelmişti.

Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebu Musa minbere çıktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra "Ey nas! Biz ümmetin durumunu düşünüp bir formül bulmakta epey zorlandık. Hem benim, hem de Amr'in görüşü şudur: Hz. Ali ve Muaviye’yi hilâfetten uzaklaştırmak ve ümmetin kendisinin istediği birisini halife tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muaviye’yi hilâfet görevinden alıyorum" dedi.

Sıra Amr’e gelince o da minbere çıktı ve söyle konuştu; "Şüphesiz Ebu Musa’nın söylediklerini duydunuz. O Ali'yi görevden almıştır. Ben de onun yerine Muaviye’yi halife tayin ettim" deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebu Musa derhal itiraz ederek " Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni başarıya ulaştırmasın" diyerek orayı terk etti.

Ebu Musa bu olaydan duyduğu utanç ve üzüntü üzerine insanlardan uzaklaşmak amacıyla Mekke'ye giderek orada yalnız başına yaşamayı tercih etti. Bu olay üzerine Müslümanlar dağılmış, Muaviye kendisini meşru halife ilan ederek İslâm tarihinde çift halife dönemi başlatmıştır.

Bu durum Hz. Hasan’ın elinden halifeliğin alınmasına kadar devam etmiştir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman Muaviye’yi meşru halife olarak tanımamış, şehit edilinceye kadar Şam hariç bütün Müslümanlarca halife olarak kabul edilmiştir.

 
NOT: Metin için bk. Taberi, Tarih, IV, 2930. Hakemlerin buluşması ve gelişen olaylar için Hakem olayı maddesi.

DERLEME

16 Mart 2012 Cuma

TAPTUK EMRE




Taptuk Emre, Horasanlıdır. Horasan İran'ın doğusunda ve kuzeydoğusunda yer alan bölgeye verilen isimdir. Farsça bir kelime olan Horasan "Güneşin yükseldiği yer" anlamına gelir. Sasaniler zamanında ülkenin kuzeydoğuna bu isim verildi.

Cengiz baskısı sıralarından Anadolu'ya gelmiştir. 1210- 1215 yıllarında doğduğu sanılmaktadır. Ünlü Yunus Emre'nin mürşidi olarak da bilinir ve Hacı Bektaş Veli’nin halifesi olarak bilinir. Söylenceye göre Hacı Bektaş, Yunus Emre'yi yetiştirme işini Taptuk Emre'ye bırakır.


 
Yunus Emre Mürşidi Taptuk Emre’nin Baraklılardan olduğunu söyler. Taptuk Emre'nin Hacı Bektaş Veli’nin müridi olduğu artık açıktır. Taptuk Emre'den itibaren Anadolu'da bir “ Taptuklular” topluluğunun varlığına rastlanır.

13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış ve vefat etmiş topluma önderlik etmiş bir Allah Dostu olan Taptuk Emre’nin mezarı Ankara’nın ilçesi Nallıhan'ın Emre köyünde bulunmaktadır.

Bununla birlikte Karaman ilinin şehir merkezinde bulunan Yunus Emre Camii'nin bahçesinde de Taptuk Emre’ye ait olduğu söylenen bir mezarları bulunmaktadır.

DERLEME

7 Mart 2012 Çarşamba

TARİHTEN DAMLALAR -> SIFFİN SAVAŞI




Dördüncü Halife Hz. Ali ile ona isyan eden Suriye valisi Muaviye bin Ebu Süfyan arasında M. 657 yılında, Fırat'ın sağ kıyısına yakın Rakka'nın doğusunda bulunan Sıffin'de yapılan savaş...

Hz. Ali'nin Cemel vakasında karşı grubu yenmesinden sonra onun hilafetine muhalif olarak, Suriye bölgesini idare eden Muaviye ve taraftarları kalmıştı. Hz. Ali'ye isyan edenler, davalarının Hz. Osman’ın intikamını almak olduğunu iddia ediyorlardı.

Öte yandan da Hz. Ali'yi, Osman’ı şehit edenleri korumak ve onları cezalandırmamakla suçluyorlardı. Hâlbuki Hz. Ali fitne ve kaynaşmanın yatıştırılmasından sonra suçluları cezalandıracağını vaat etmekteydi. Cemel vakasından sonra Küfe’ye yönelen Hz. Ali, Cerir bin Abdullah el Baceli'yi Muaviye'ye göndererek, muhacirlerin ve ensarın kendisine bey'at ettiklerini, onun da muhacirler ve ensar gibi bey'at edip itaatini bildirmesini İstedi.


Muaviye, kendisine elçi olarak gelen Cerir bin Abdullah’ı oyalayarak Amr bin As ile istişarede bulundu. Amr ona, Ali’den, Osman’ın kanını İstemede ısrar etmesini, katilleri derhal cezalandırmayı reddettiği takdirde, Suriye ordusuyla onun üzerine yürümesini söyledi. Cerir bin Abdullah, Hz. Ali'nin yanına dönerek durumu ona bildirdi.

Öte taraftan, Medine'den Sam'a götürülen Hz. Osman’ın kanlı gömleği ve hanimi Naile’nin kesik parmakları Muaviye tarafından caminin minberine asildi. Askerler onun önünde toplaşarak ağlıyorlardı. Orada toplananlar Hz. Osman’ın intikamını alıncaya kadar yataklarında uyumayacaklarına ve yıkanmayacaklarına dair yemin ettiler.

Suriye ordusu Muaviye'den bol maaş ve bahşişler almaktaydı. Muaviye bu şekilde orduyu teşvik ve tahrik ettikten sonra, seksen beş bin kişilik bir orduyla Sam'dan yola çıktı. Hz. Ali ise doksan bin kişiden oluşan ordusuyla Küfe'den Sıffin'e doğru harekete geçti.

Muaviye, Fırat kıyısındaki düzlükte karargâh kurmuştu. Hz. Ali'nin ordusunun karargâh kurduğu yer ile nehir arasında Muaviye'nin askerleri öldüğü için ilk geceyi susuz geçirdiler. Ancak, yapılan bir saldırı ile Şam ordusuna bağlı birlikler nehirden uzaklaştırıldı..

Ordusu susuz kalan Muaviye, Ali’ye adam göndererek nehirden su almalarına izin vermesini istedi. Hz. Ali bunun üzerine onların su almalarına engel olmadı. Hz. Ali, Muaviye'ye elçiler göndererek, onu birliğe ve Müslümanların topluluğuna girmeye davet ederek isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ancak olumlu bir cevap alamadı.

İki ordu birlikleri arasında bazı ufak çarpışmalardan sonra, H. 37 senesi Muharrem ayının sonuna kadar mütareke yapıldı ve elçiler gidip gelmeye başladı. Ancak bu elçilerin karşılıklı gidip gelmeleri İki grup arasında barış yapılması yolunda bir gelişme sağlamamıştı. Sefer ayının ilk günü savaş tekrar başladı.

İlk yedi gün iki taraftan birer komutanın mübarezeleri ile geçti. Peşinden Hz. Ali orduya toplu saldırı emrini verdi. Savaş, bir kaç gün olanca şiddetiyle devam etti. Ambar bin Nasir’in şehit edilmesine çok üzülen Hz. Ali'nin şiddetli bir taarruzu ile Şam ordusu dağılma noktasına geldi. Savaş kazanılmak üzereydi ki, Amr bin As, Suriyeli askerlere "Her kimin yanında Mushaf varsa onu mızrağının ucuna takarak yukarı kaldırsın" dedi.

Bu emri yerine getiren askerler karşı tarafa, "Aramızda Allah’ın Kitabı hakem olsun," diye seslendiler. Amr bin As’ın hilesi tutmuş, Iraklı askerler "Allah’ın Kitabı’na yapılan çağrıya icabet edelim," demeye başlamışlardı. Amr bin As, bu hileyle, Şam ordusunu kesin bir mağlubiyetten kurtardığı gibi, karşı tarafın gücünü de kırmıştı.

Hz. Ali bir Halife ve bir ordu komutanı olarak bunun bir savaş hilesi olduğunu askerlerine anlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Ali, onlara şöyle diyordu: "Bu bir hiledir. Bununla sizin aranıza ayrılık düşürmek ve birliğinizi bozmak istiyorlar". Ancak, Iraklılar, isteklerinde direttiler ve savaşa devam etmekte olan komutan Ester'e adam gönderip savaşmayı bıraktırmasını İstediler.

Hz. Ali Ester'e savaşı bırakması için adam göndermek zorunda kaldı. Ester, gelen adama: "Şimdi mevziden ayrılacak an değildir. Ben şimdi kesin zafere ulaşacağımı umuyorum, acele etme" diyerek karşılık verdi. Gönderilen adam Hz. Ali'nin yanına gelmeden, Ester'in savaşan askerleri arasında çalkalanma oldu ve sesler yükseldi. Onlar daha bir şevkle savaşı sürdürüyorlardı.

Bunun üzerine Iraklılar, Ali’ye "Vallahi biz senin Ester'e bırakması için değil, savaşa devam etmesi için adam gönderdiğini sanıyoruz" dediler. Hz. Ali'nin gönderdiği ikinci kesin emirle Ester, savaşı bırakmak zorunda kaldı. Hz. Ali Es'as bin Kays'ı Muaviye'ye göndererek onun ne düşündüğünü anlamak istedi. Muaviye ona, "İstediğimiz, aramızda Allah’ın Kitabı’nı hakem kılmaktır. Her İki taraftan birer hakem seçilmesini ve onlardan Allah’ın kitabına uygun bir karar vereceklerine dair ahd alıp tarafların onların vereceği karara uymalarıdır" dedi.

Hz. Ali’nin taraftarları bunu memnuniyetle karşıladılar. Şamlılar hakem olarak zeki ve kurnaz bir kimse olan Amr bin As'ı seçtiler. Iraklılar ise Ebu Musa el-Eşari'yi hakem tayin etmek istediler. Hz. Ali, Ebu Musa’nın daha önce kendisine muhalefet ettiğini ve halkı kendisinden ayırmaya çalıştığını, dolayısıyla onun hakemliğine itimat edilemeyecegini söylediyse de Iraklılar onun hakem olması konusunda direttiler.

Amr bin As' ile Ebu Musa el-Eş'ari, 37. yılının Sefer ayına Dumetul-Cendel'de bir araya gelerek, karar verirken esas alınacak prensipleri içeren "tahkimnâme"yi kaleme aldılar

NOT: Metin için bk. Taberi, Tarih, IV, 2930. Hakemlerin buluşması ve gelişen olaylar için Hakem olayı maddesi.

DERLEME







 

6 Mart 2012 Salı

TARİHTEN DAMLALAR -> CEMEL VAKASI



Hicri 36, Miladi 656 tarihinde dördüncü halife emirü'l-Müminin Hz. Ali ile Hz. Âişe taraftarları arasında Basra dolaylarında meydana gelen çatışmaya adını veren olay…

Üçüncü halife Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Medine’de hâkimiyeti ele geçiren asiler bir an önce, Hz. Osman'ın yerine birini hilâfete getirmek istiyorlardı. Fakat kime müracaat ettilerse hep red cevabı aldılar. Hz. Ali de, kendisine geldikleri zaman onları huzurundan uzaklaştırmıştı. Asiler hayrete düşmüşler, ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

Devlet başkanı tayin olunmadan dönecek olurlarsa ihtilafın çok daha fazla alevleneceğini biliyorlardı. Bunun üzerine Medine ahalisini toplayarak, onlara bir halife seçmelerini, aksi takdirde Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve daha başka kimseleri de öldüreceklerini söyleyerek, onlara bir gün mühlet verdiler. Bunun üzerine Medine halkı Hz. Ali'ye müracaat edip, ona bey'at etmek istediklerini bildirdiler.

 Hz. Ali, Muhâcirler'le Ensâr'ın bu teklifini reddetmek istediyse de devamlı ısrarlar karşısında bunu kabul etmek zorunda kaldı. Neticede Hz. Ali'ye bey'at edildi ve asiler Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'i de getirterek onların da Hz. Ali'ye bey'at etmelerini sağladılar. Bu suretle, hicretin otuzbeşinci yılı yirmi bir Zilhicce Pazartesi günü Hz. Ali'ye bey'at edilmiş oldu.
 
 
Hz. Ali'ye bey'at edildikten sonra yapılacak ilk iş Hz. Osman'ın katillerini bulmak ve bunların cezalarını vermekti. Bu hususta tahkikata başlanmıştı. Fakat katiller kesin olarak belirlenemediği için, şer'an cürüm sabit olamamıştı. Bu durum karşısında bir şey yapılamazdı. Hz. Talha ile Hz. Zübeyr, Hz. Ali'yi ziyaret ederek ondan katillerin yakalanmasını istemişlerdi. Hz. Ali, onlara durumu izah etmiş, fakat ikisi de bu izahtan ikna olmamışlardı. Ortam son derece karışıktı.

Bu arada Numan b. Beşir, Hz. Osman'ın şehadeti esnasında giydiği gömlek ile o sırada zevcesi Nâile'nin doğranan parmaklarını alıp Şam'a götürdü. Muaviye, bu kanlı gömleği ve kesik parmakları teşhir ederek, herkesin galeyanını kat kat arttırmak maksadıyla mescide astı. Diğer taraftan Hz. Osman'in katline sebep olanlar hâlâ Medine'de bulunuyorlardı. Bunların bir an evvel oradan uzaklaştırılması gerekiyordu.

Hz. Ali'nin karşı karşıya kaldığı zorluklar gerçekten çok büyüktü. Diğer taraftan Medine'de toplanan asilerin mühim bir kısmı "Sebeiye" fırkasına mensuptu. Bu İslam düşmanı grubun reisi olan Abdullah b. Sebe, İslam’ı içinden yıkmayı hedef alan bir Yahudi dönmesi idi. Bunun maksadı İslâmiyet’in saf, berrak, akıl ve kalbi tatmin eden akidelerini ifsat edip Müslümanlığı çığrından çıkarmak Müslümanları türlü türlü gruplara ayırarak birbirleriyle didişmeye ve boğuşmaya sevk etmekti.


Hz. Osman devrindeki karışıklık, bu müfsidin ifsatları için uygun bir zemin teşkil etmişti. Hz. Ali'nin asileri dağıtmak istemesi ibn Sebe taraftarlarının hoşuna gitmediği için bunlar Hz. Ali'nin emrine muhalefet etmişler, diğer Araplar da onlara uymuşlardı.

Bu karışık durum karşısında problemleri arttıran ve buhranın vehametini doruğuna vardıran bir hareket daha başladı. Hz. Âişe, hac farizasını ifâ etmek üzere Medine'den Mekke'ye gitmiş, hac ibadetini ifâ ederek Medine'ye dönerken, Hz. Osman'in şehit edildiği haberini almıştı. Bunun üzerine Medine'ye gideceği yerde Mekke'ye geri döndü. Çünkü Medine'de facianın doğurduğu karışıklıklar, bocalamalar devam ediyordu.

Mekkeliler, Hz. Âişe'ye durumu sordukları zaman, Hz. Âişe, Hz. Osman'in mazlum olarak öldürüldüğünü, Medine'de fesat ocağının bütün ufku karartacak şekilde tüttüğünü, mazlum ve şehit Osman'ın kanının heder olmaması gerektiğini, katillerin mutlaka cezaya çarptırılmaları ve ser'i hüküm ve kısas emirlerinin uygulanmasının icap ettiğini söylemişti.

Hz. Talha ile Hz. Zübeyr de Mekke'ye gelmişler, Medine'deki durumu Hz. Âişe'ye anlatmışlardı. Bu olaylar Hz. Âişe'nin fikir ve kanaatini kuvvetlendirmiş, o da mazlum ve şehid Hz. Osman'ın intikamını almak için herkesi toplanmaya ve bir araya gelmeye çağırmıştı.

Hz. Ali, muhaliflerinin Mekke'deki hazırlıklarından haberdar olunca, onlardan evvel Irak'a varmak, Irak'a hâkim olmak, Beytû'l-Mal'in muhalifler eline düşmesini engellemek istedi. Ensâr, Hz. Ali'nin Medine'den ayrılmasını uygun görmüyordu.

Hz. Ali, muhalifler kendisinden önce Irak'a girecek olurlarsa yeni yeni problemlerin ortaya çıkmasından endişe ettiğini, Irak'ın nüfuzca kesif ve beytü'l-mâl'inin zengin olmasından ötürü bir müddet orada bulunmanın daha iyi olacağını söylemişti.

Bundan sonra Hz. Ali yola çıkmış Zukar mevkiine geldiği zaman, Hz. Talha ile Hz. Zübeyr'in Basra'ya yaklaştıklarını, Beni Sadr kabilesi ile hemen hemen bütün Basra'nın onlara iltihak ettiğini haber almıştı.

Hz. Ali, Zukar'da kalarak oğlu Hasan'ı Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe'ye gönderdi. Hz. Hasan, Kûfe'ye varınca, vali Ebû Musa el-Es'arî onu iyi karşıladı. Hz. Hasan, mescidde minbere çıkarak Hz. Ali'nin davasını müdafaa etti ve Talha ile Zübeyr'in ona bey'at ettiklerini söyledi.

Bu konuşmasının sonunda kendisinin Basra'dan gideceğini, katılmak isteyenlerin onunla birlikte gelebileceğini ilân etti. Hz. Hasan, kendisine iltihak eden dokuz bin kişilik bir kuvvetle geri döndü. Bu dönüş ve hareket esnasında karşılıklı mücadeleler, şiddetli tartışmalar meydana gelmişti.

 
Hz. Ali, ordusunu bu şekilde takviye ettikten sonra Zukar mevkiinden Basra'ya doğru hareket etti. Hz. Ali, maiyetinde olan el-Ka'ka' b. Amr'i çağırarak Basra'ya gönderdi. Ona iki taraf arasında mücadele ve çatışmanın meydana gelmesine engel olacak çareyi bulmasını tavsiye etti. el-Ka'ka' b. Amr, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr ile görüşmüş, onları ümmetin birliğini bozmama konusunda ikna etmişti.

Hz. Âişe ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, el-Ka'ka'nın önerilerini kabul ettiler. Hz. Ali de bu fikirdeyse, bu işin barış yoluyla sonuçlanacağını söylediler. Hz. Ali, el-Ka'ka'nın bu başarılarından son derece memnun oldu. Diğer taraftan bu sırada Basralılar Küfelilerle temas etmiş, iki tarafta da fitneyi yok etme düşüncesi hâkim olmuştu.

Ertesi gün, Hz. Ali hareket ederek Abdülkaysoğulları kabilesine uğradı. Bu kabile de ona iltihak etti. Oradan Zaviye'ye vardı. Zaviye'den de Basra'ya hareket etti. Esasen herkes barışı gayet tabii bir durum olarak görüyordu. Onun için Hz. Ali'nin Basra'ya gelişi, barışın tahakkukuna yönelik bir hareket olarak telakki olunmuş, herkes son derece huzurlu bir şekilde uyumuştu.


ibn Sebe ile yandaşları, herkes uyuduktan sonra Hz. Âişe'nin tarafına hücum etti. iki taraf ta kendilerini karşı hücumuna uğramış gibi görmüşlerdi. Hz. Ali, her tarafa memurlar gönderdi. Ne olduğunu anlamak istiyordu. Diğer taraftan Kâab b. Sûr Hz. Âişe'yi uyandırmış, Hz. Âişe, devesine binerek çarpışmaların başlayacağı yere gelmişti. Hz. Ali kendi tarafını savaşmaktan alıkoyuyor, Hz. Âişe kendi tarafını teskin etmeye çalışıyordu.

Fakat bir kere ok yaydan fırlamış bulunuyordu. Vuruşmanın en hararetli anında Hz. Ali atını sürerek savaş meydanının ortasına geldi. Hz. Zübeyr'i çağırıp, ona Rasûl-ü Ekrem (s.a.s.)'in: Bir gün Ali ile Zübeyr arasında bir ihtilafın meydana geleceğini ve bu ihtilafta Zübeyr'in haksız olacağını" söylediğini hatırlatmıştı.

Bunun üzerine Hz. Zübeyr geri çekildi. Hz. Talha da Zübeyr'in bu davranışı üzerine çatışma meydanından çekilmek istemişti. Onun savaş alanından uzaklaşması üzerine kendisine zehirli bir ok atılmış ve bu ok Hz. Talha'nn ölümüne neden olmuştu.

Nihayet ortalıkta yalnız Hz. Âişe ile etrafında bulunan bir grup kimse kalmıştı. Çatışmalar şiddetle devam ediyordu. Bütün bu kanların dökülmesine neden olan münafıkların hedefi; bizzat Hz. Âişe idi. Bunlar Hz. Âişe' ye kadar ilerleyerek onu tevkif etmek, ona hakarette bulunmak istiyorlardı.

 
Sebeîlerin bu maksadını anlayan Dâbbeoğulları Hz. Âişe'yi son derece büyük fedakârlıklarla korumuşlardı. Bekr b. Vâil, Ezd ve Dâbbeoğulları kabileleri Hz. Âişe ile beraberdiler. Bunların onu korumada gösterdikleri cesaret herkesi hayrete düşürmüştü.

Hz. Âişe'nin devesini koruyanlardan biri yere düştükçe bir başkası onun yerini alıyor, o da ayni fedakârlık ve ayni kahramanlık ile dövüşüyordu. Hz. Âişe'nin önünde şehit düşenlerin sayısı yetmişe varmıştı.

Bu çatışmalara bir son vermek için birisi deveye arkasından saldırarak onu yere yıkmış bu arada da, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed, Hz. Ali tarafından koşarak Hz. Âişe'nin korunmasına hizmet etmişti.

 Hz. Ali de Hz. Âişe'nin yanına gelerek hatırını sormuş, birkaç günlük istirahattan sonra onu, kardeşi Muhammed b. Ebu Bekir ile birlikte Medine'ye göndermişti. Hz. Âişe’nin Medine’ye gönderilmesine Basra'nın ileri gelen ailelerine mensup kırk kadar kadın refakat etmiştir.

Hz. Âişe Basra'dan ayrılırken, kendisi ile Hz. Ali arasındaki mücadelenin yanlış anlaşılmadan ileri geldiğini söyledi. Hz. Ali de Rasûl-i Ekrem'in muhterem haremine her türlü tazim ve hürmeti göstermenin bir görev olduğunu belirtti. Hz. Âişe, hicretin otuz altıncı yılı Recep ayında Medine'ye doğru. hareket etti.

Nihayet Hz. Ali 4 Aralık 656 tarihinde bu problemi de alt etti. Bu olaydan sonra hilâfet merkezini Kûfe'ye taşıyarak, şehadetine kadar orada kaldı.

DERLEME

4 Mart 2012 Pazar

TÜRKİY'NİN HAZİNELERİ -> SÜLEYMANİYE CAMİİ - > İSTANBUL


Süleymaniye Camii, Kanuni Sultan Süleyman adına 1551-1558 yılları arasında İstanbul'da Mimar Sinan tarafından inşa edilen camidir.

Mimar Sinan'ın “Kalfalık Esrim,” diye nitelendirdiği Süleymaniye Camii, medrese, kütüphane, hastane, hamam, imaret, hazire ve dükkânlardan oluşan Süleymaniye Külliyesi'nin bir parçası olarak inşa edilmiştir.

Süleymaniye Camii Klasik Osmanlı Mimarisinin en önemli örneklerinden biridir. Yapımından günümüze dek İstanbul'da yüzü aşkın deprem gerçekleşmesine karşın, caminin duvarlarında en ufak bir çatlak oluşmamıştır. Dört fil ayağı üzerine oturan caminin kubbesi 53 m. yüksekliğinde ve 27,5 m çapındadır.Bu ana kubbe, Ayasofya'da da görüldüğü gibi, iki yarım kubbe ile desteklenmektedir.

 Kubbe kasnağında 32 pencere bulunmaktadır. Cami avlusunun dört köşesinde birer minare bulunmaktadır. Bu minarelerin camiye bitişik iki tanesi üçer şerefeli ve 76 m. yüksekliğinde, cami avlusunun kuzey köşesinde son cemaat yeri giriş cephesi duvarının köşesinde bulunan diğer iki minare ise ikişer şerefeli ve 56 m. yüksekliğindedir.

Cami, içindeki kandil islerini temizleyecek hava akımına uygun inşa edilmiştir. Yani cami içinde, yağ lambalarından çıkan islerin tek bir noktada toplanmasını sağlayan bir hava akımı yaratacak şekilde inşa edilmiştir. Camiden çıkan isler ana giriş kapısının üzerindeki odada toplanmış ve burada biriken isler daha sonra mürekkep yapımında kullanılmıştır.

28 revakın çevrelediği cami avlusunun ortasında dikdörtgen şeklinde bir şadırvan bulunmaktadır. Caminin kıble tarafında içinde Kanuni Sultan Süleyman'ın ve eşi Hürrem Sultan'ın bulunduğu bir hazire mevcuttur. Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesinin kubbesi yıldızlarla donanmış gökyüzü imajını vermesi için, içeriden, metalik plakalar arasına yerleştirilmiş pırlantalarla (elmaslarla) süslenmiştir.

Cami süslemeleri açısından sade bir yapıya sahiptir. Mihrap duvarındaki pencereler vitraylarla süslüdür. Mihrabın iki tarafındaki pencereler üzerinde yer alan çini madalyonlarda FetihSuresi caminin ana kubbesinin ortasında ise Nur Suresi yazılı bulunmaktadır. Caminin hattatı Hasan Çelebidir.

Süleymaniye camiinin 4 minaresi vardır. Bunun nedeni Kanuni'nin İstanbul'un fethinden sonraki dördüncü padişah; bu dört minaredeki on şerefinin de Osmanlının onuncu padişahı olduğunun bir işaretidir.

Osmanlı külliyeleri içinde Fatih külliyesinden sonra ikinci büyük külliye Süleymaniye külliyesidir. Külliye İstanbul yarımadasının Haliç, Marmara, Topkapı Sarayı ve Boğaziçi'ni gören ortadaki en yüksek tepesinde inşa edilmiştir. Cami, medreseler, darüşşifa, darülhadis, çeşme, darülkurra, darüzziyafe, imaret, hamam, tabhane, kütüphane ve dükkânlardan meydana gelen külliyede Mimar Sinan'ın türbesi dış avlu duvarlarının karşısında mütevazı küçük bir yapıdır. Tiryakiler Çarşısı'nı iki medrese çevreler, arkasındaki yolda iki küçük ev vardır.

"Tiryakiler Çarşısı adını taşıyan ince uzun meydanın bir cephesini oluşturan ufki tek katlı medreselerde, her kubbenin altında bir pencereyle belirlenen iç odaların imaretleri, aza razı bir zahit tavrı içindeki cephesi, Mimar Sultan Külliyesi'ndeki medrese duvarı pencerelerinin ve kubbe dizilerinin tezyini düzenini hatırlatır"

Ana kubbenin kemeri, Sinan tarafından kemeri kübra,( kudret kemeri) diye adlandırılmıştır. Cami avlusunun platformu, Haliç tarafındaki yoldan yüksektedir.

Camiin iki tarafında yan suffaları vardır. Yine bu suffalara eş, ince sütunların üzerinde deryaya nazır ve sağ tarafı çarşuya bakan katlar...

Cemaat çok olduğu zaman bu suffalarda ibadet ederler. Mübarek gecelerde kandiller yakarlar hepsi yirmi iki bin kandil ve asılmış avizeler… Bu camiin içinde geride Kıble Kapusu tarafındaki iki payelerde bir çeşme vardır ve bazı taklar altında Üst Hazine Maksureleri de ne yazılmıştır ne yazılsa gerektir.

İlkin büyük kubbenin ta ortasında “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun sıfatı sanki içinde bir çerağ bulunan bir hücredir. O çerağ bir sırça içindedir. O sırça kandil de sanki bir inci gibi parıldayan bir yıldızdır ki güneşin doğduğu yere de battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtır. Zeytundan tutuşturulup yakılır. Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa da hemen ışık verir ki nur üstüne nurdur. Allah insanlara meseller irad eder. Allah her şeyi hakkıyla bilendir' ayetini yazmada yedi beyzasını göstermiştir.” (Nur 35).

Mihrab üzerindeki yarım kubbenin içinde... (Enam 79) ayeti ve dört payelerin köşesinde Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin yazılmıştır. Ve minberin sağındaki pencere üstünde (Cin 18) ayeti yazılıdır. Üst pencereler üzerinde Allah'ın güzel adları yazılıdır.



EVLİYA ÇELEBİ’NİN DİLİNDEN SÜLEYMANİYE:

Evliya Çelebi’nin anlatımıyla caminin yapımı şöyle olmuştur: "Bütün Osmanlı ülkesinde ne kadar bin mükemmel üstad mimar yapı ustası işçiler ve taşçılar ve mermer işleyenler varsa hepsini toplayıp üç yıl bütün ayakları bağlı forsa temelini yerin altına indirdiler. Üç senede binanın temeli yeryüzüne yükselip bina meydana çıktı. Bir yıl o halde kaldı.

Bir yıldan sonra Sultan Bayazıdı Veli'nin presesine (hiza ipi) göre mihrap kondu. Dört tarafına duvarlarını kubbe aralarına varıncaya kadar 3 yıl yükselttiler. Ondan sonra metin güçlü dört paye üzerine yüksek kubbeyi yaptılar. Süleymaniye Camii'nin ne yolda şekillendiği, bu ulu camiin kubbenin mavi tasının ta üst tepesi Ayasofya kubbesinden yuvarlak ve yedi meliki arşın yüksek cihanı kaplayan bir kubbedir.

Bu eşsiz kubbenin dört ayağından başka camiin solunda ve sağında dört tane somaki mermer sütun vardır ki her biri onar Mısır hazinesi değerindedir. Ama Allah bilir bu kırmızı renkli dört somaki sütunun cihanın dört köşesinde benzeri yoktur. Ellişer arşın yüksekliğinde güzel sütunlardır.

Mihrap ve minber üzerinde olan renk renk camlar Serhoş İbrahim'in işidir. Her cam parçasında nice kerre yüz bin parçanın renk renk hurda camlarla çiçekler ve Allah'ın güzel adlarıyla süslenmiş camlardır ki, bunlar kara ve deniz seyyahları arasında dünyaca övülmektedir. Felekte bunların eşi görülmemiştir.

Mermeri işleyen üstad ince sütun üzerine bir müezzin mahfili yapmıştır ki güya Cennet mahfillerindendir. Mihrabın üzerinde Karahisari hattıyla “Zekeriya ne zaman bulunduğu mihraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu (Ali İmran: 37) ayeti zehebi laciverd ile yazılmıştır. Ve mihrabın sağında ve solunda burma, zıh zıh yapma sütunlar ve yine orada bir adam boyu halis bakır ve halis altunla cilalanmış şamdanların üzerinde yirmişer kantar kafuri balmumları… Camiin sol köşesinde sütun üzre bir yüksek makam, Hünkâr Mahfili vardır. Dört sütun payelerin köşelerinde dört tane aşırhan maksurecikleri vardır.

Camiin iki tarafında yan suffaları vardır. Yine bu suffalara eş, ince sütunların üzerinde deryaya nazır ve sağ tarafı çarşuya bakan katlar... Cemaat çok olduğu zaman bu suffalarda ibadet ederler. Mübarek gecelerde kandiller yakarlar hepsi yirmi iki bin kandil ve asılmış avizeler… Bu camiin içinde geride Kıble Kapusu tarafındaki iki payelerde bir çeşme vardır ve bazı taklar altında Üst Hazine Maksureleri de ne yazılmıştır ne yazılsa gerektir.

İlkin büyük kubbenin ta ortasında “Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun sıfatı sanki içinde bir çerağ bulunan bir hücredir. O çerağ bir sırça içindedir. O sırça kandil de sanki bir inci gibi parıldayan bir yıldızdır ki güneşin doğduğu yere de battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtır. Zeytundan tutuşturulup yakılır. Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa da hemen ışık verir ki nur üstüne nurdur. Allah insanlara meseller irad eder. Allah her şeyi hakkıyla bilendir' ayetini yazmada yedi beyzasını göstermiştir.” (Nur 35).

Mihrab üzerindeki yarım kubbenin içinde... (Enam 79) ayeti ve dört payelerin köşesinde Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin yazılmıştır. Ve minberin sağındaki pencere üstünde (Cin 18) ayeti yazılıdır. Üst pencereler üzerinde Allah'ın güzel adları yazılıdır.


Ve bu camiin 5 kapusu vardır. Sağ tarafta imam kapusu, sol tarafta hünkar mahfili, altında vüzera kapusu ve iki yan kapuları var, sol yan kapu üzerinde (Rad 24) yazılıdır, kıble kapusu üzerinde sol taraftaki kitabenin içinde Ketebehu Ahmed el Karahisari sene deyü tahrir olunmuştur.


Bu caminin içinde ve dışında olan Ahmed Karahisari hattı bugün hâlâ yerinde durmaktadır. Camii şerifin adı geçen babı saadetlerine ve haremi latifin üç tane yüce kapusuna ayak taş merdivenle çıkılır ve inilir... Ve bu avlunun dört yanına nazır hepsi… Adet pencerelerdir, demirci ustası Davudi sanat gösterüp öyle örs vurmuş ki, bu zamana kadar cilasına bir zerre toz tesir etmeyüp puladı nahçevani gibi parlak pencerelerdir. Ve bu pencereler üzere bütün camlar... Ortasında ibret verici bir havuz vardır...  

Avlunun kıble kapusu bütün kapulardan yüksek bir sanatlı babı saadettir ki yeryüzünde bu kapuya benzer beyaz ham mermer eşikli ve kat kat girişme zıhlı çengelli ve medeneli bir kapu görülmüş değildir, bütün ham mermerdir... Bu camiin dört tane minarelerinin evsafı var ki her biri bir ezanı Muhammedi makamıdır. Dört minare on tabaka... Sol taraftaki üç şerefeli minareye Cevahir minaresi derler. Ve bu camiin iki tarafında kırkar tane abdest tazeleyecek muslukları vardır.

Temelinin atılışındaki metanet ve köşesinde olan zarafet ve güzellik eserleri ve her türlü sanatlar insanı büyüleyen görünüşü, bu camiin içinde ve dışında vardır. Hatta bina tamamlanınca Koca Mimar Sinan şunu der: 'Padişahım sana bir cami inşa ettim ki kıyamet gününde Hallacı Mansur yeryüzünde Makalidi Cibal Demavend dağlarını Hallacın yayından pamuk gibi attığında bu caminin kubbesinde Mansur'un yay kirişi önünde çevgan topu gibi bu rütbe senasını metheder.

Mihrab önünde bir ok atımı yerde bir gülistanı nısfı cihen hıyaban içinde, Süleyman Han'ın meşhedi -toprağı nur olsun-bir yüksek kubbe altında görülür.

Caminin üç tarafında bir kat dış avlu daha vardır ki iki yanı birer at menzili kum sahrasıdır, türlü türlü ulu çınarlar, salkım söğütler, servi ve ıhlamur ve karaağaçlar, dış budak ağaçları ile süslenmiş bir büyük avludur ki üç yanı hepsi pencereli duvarlar ve hepsi on adet kapu... Şark tarafına bakan hamam kapusu. Merdivenle hamama varılır amma bu tarafta avlunun duvarı olmayup İstanbul şehrini temaşa için bir kenarset alçak duvar çekilmiştir. Cümle cemaat orada durup Hünkâr Sarayı, Üsküdar'ı, Boğazhisar’ı, Beşiktaş'ı, Tophane ve Galata ve Kasımpaşa ve Okmeydanı boydan boya görülür.

Bu camiin sağında ve solunda dört mezhep şeyhülislamları içün dört adet büyük medrese vardır. Bir darülhadis ve bir darülkurra ve ayrıca bir tıp ilmi medresesi, bir sıbyan mektebi ve bir darüşşifa ve imaret ve bir yemekhane, bir tavhanei müsafirin, gelip gidenler için bir kervansaray, bir yeniçeri ağası sarayı, bir kuyumcular dökmeciler ayakkabıcılar ve nısfı cihen aydınlık hamamı tetimmei şuhan bin adet hizmetliler evi vardır.

Süleymaniye Camii tamam oldukta bina emini ve nazırı ve mutemedinin hisaplarına göre, 8 kerre 100.000 ve doksan bin üç bin üç yüz seksen üç yük flori." Harcanmıştır.

DERLEME