16 Nisan 2013 Salı

DEİZM



 Deizm, Yaratanın varlığını ve âlemin ilk sebebi olduğunu kabul etmekle birlikte, akla dayalı bir tabii din anlayışı çerçevesinde peygamberliği, ahireti şüphe ile karşılayan veya inkâr eden felsefî ekolün adıdır. Bu düşünceye sahip olanlara da deist denilmektedir.


Soruda geçen konunun anlaşılması için ciddi bir altyapıya ihtiyaç vardır. Bu sebeple konuyu kısa birkaç satırda özetlemek gibi bir imkânımız yoktur. Çünkü bu konunun anlaşılması, Allah’ı bütün isim ve sıfatları ile tanımak, bu sıfatların neyi gerekli gördüklerini kavramak, ölümden sonraki hayatın varlığına inanmakla mümkündür. Burada birkaç noktaya işaret etmekle yetineceğiz.

Şimdi birkaç noktaya şöyle işaret edebiliriz:

Her konunun kendine has bir uzmanlık alanı vardır. Uzaktan bakmakla bazen bir yıldız, bir yıldız böceği görülebilir. Konuyu yakından bilmeyen kimselerin bir matematik, kimya, fizik formülünü saçma olarak görmesi normaldir. Semavî dinlerin hikmetlerini yakından bilmeyenlerin de bunların saçma olarak değerlendirmeleri kaçınılmazdır.

Bizzat gözümüzün önünde cereyan eden insanların yaratılması, mevsimlerin değişmesi, gece-gündüzün nöbetleşe yer değiştirmeleri, çekirdeklerin meyve veren ağaçlar olması, bir tane mısırdan bin tane alan mısır başaklarının bitirilmesi gibi binlerce olaylar -birer realite olarak- ortadadır. Bu olayların nasıl meydana geldiğini bilimsel olarak anlayıp kavrayan kaç insan vardır. Özellikle üç yüz yıl önce bunların mahiyetini bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Şu var ki, bu olayların, bu gerçeklerin çoğu insanlar tarafından bilinmemesi, bunların gerçekliğine zerre kadar tesir etmemiş ve bu gerçekler yollarına devam etmişlerdir. Dinî konuların bazı kimseler tarafından anlaşılamaması, akıl erdirilememesi, bu gerçeklerin durumunu değiştirmez.

Her devletin, her saltanatın, her sultanın yurttaşlarını -devlete itaat eden ve isyan edenler- diye ikiye ayırması, adalet ve merhametin bir gereği ve sosyolojik bir zorunluluktur. Çünkü itaakâr vatandaşlar ile isyankâr vatandaşları aynı kefeye koymak büyük haksızlıktır. İnsanları öldüren bir seri katil ile öksüzleri, yoksulları doyuran, huzurevleri inşa eden vatansever bir hayır sahibini aynı kefede değerlendirmek ne adalete, ne insanlığa, ne de büyüklüğe sığacak bir tarafı vardır. Din olmazsa, iyi ile kötü insanı birbirinden kim ayıracak? Ahiret hayatı olmazsa, zalime kim ceza verecek, mazlumun hakkını kim alacak?

Her padişahın, her sultanın, her hükümdarın kendine itaat eden, nimetlerine karşı teşekkür eden raiyelerini mükâfatlandırması, memurlarına maaş vermesi, yurttaşlarını himaye etmesi, bunun aksine davranışlarda bulunan canileri, katilleri, zalimleri, hırsızları cezalandırması, onları hapse atması, toplumda anarşinin olmaması, otoritenin sağlanması için elbette çok gereklidir. Mevcut otoritenin masumları himaye etmesi onun şefkat ve merhametinin bir gereği olduğu gibi, zalimleri cezalandırması da bu otoritenin izzet ve haysiyetinin korunmasının gereğidir.

Ezelî sultan, ebedî padişah olan yüce Allah’ın sonsuz merhametini göstermek için mahlûklarına bin bir çeşit nimet verdiği gibi, otoritesinin haysiyetini muhafaza etmek için de edepsizlere hak ettiği cezayı vermesi de o kadar önemlidir. Hz. Âdem (as)’den beri genel prensip olarak kendisine itaat eden peygamberleri ve onlara iman edenleri koruyup kollayan, onların davalarını üstün kılan, kendisine itaat etmeyen inkârcı nankörleri helak eden Allah’ın bu prensibinin varlığı, dinlerin bir vaka olarak var olduklarını göstermektedir.

Eğer ölüm zalim ile mazlumu eşitliyorsa, katil ile maktulü aynı akıbete yolluyorsa, her ikisi de ölmekle ebedi olarak yok oluyorlarsa, hiçliğe gidiyorlarsa, o zaman dünyada numunelerini dünyada gözle gördüğümüz Allah’ın sonsuz adaletini, merhametini bile bile inkâr etmek gerekir.

Adalet, dengelerin gözetilmesi manasına gelir. Gökleri ve yeri, atomları ve molekülleri, yıldızları ve sistemleri ve galaksileri harika bir düzen ve denge üzerine kurmakla sonsuz adaletini gösteren Allah’ın, öbür dünya hayatını yaratmayıp, zalim ile mazlumu aynı kefeye koyması mümkün müdür? Elbette her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğu gibi, ölüm gecesinin de bir mahşer sabahı ve kıyamet kışının da bir haşir baharı olacaktır. Bu da hak dinlerin doğruluğunun en açık kanıtıdır.

Diğer taraftan, kâinatın yaratıldıktan sonra kurulmuş bir saat gibi çalıştığını iddia etmek de yersizdir.

Güneşin ışıklarını gösteren bir ayna bu ışıkları sürekli göstermesi için her an güneşin ışığına, ısısına ve renklerine muhtaçtır. Güneş ışıklarını keser kesmez aynanın kendisi karanlığa gömülecektir. Bunun gibi Allah, bizde ve kâinatta tecelli eden isimlerini çekse kainat yok olacaktır. Bu nedenle her şey her anında Ona muhtaçtır.

Buna bilimsel bir örnek olarak kendimizi verebiliriz:

Vücudumuz, bir ilaç gibi bir defa yapılan ve sonra öylece bırakılan bir şey değil, daima yenilenen bir terkiptir. Bir sene boyunca bağırsaklarımızda ölen ortalama toplam hücre ağırlığı 90 kg’dır. Ölen deri hücrelerimizin ağırlığı ise 45 kg’dır. Her gün vücudumuzda 200 milyar alyuvar ölür ve saniyede 10.000 alyuvar yaratılır. Vücudumuz altı ayda bir tamamen yenilenen harika bir terkiptir. İnsandaki bu muazzam derecedeki faaliyetin bir salise bile çekilmesi insan hayatının bitmesi için yeterlidir.

Acaba Allah bu kâinatı bir kere yapsın ve bütün işleri şuursuz, kör ve sağır sebeplere havale edip çekilmesi mi daha mantıklıdır.

Yoksa bu kâinatı sonsuz gücü ile yaratması ve her an tecelli edip kullarını duyması, görmesi ve cevap vermesi mi yaratılış maksadına daha uygundur. Zaten deizmin yaratılış gayesi konusunda bir fikri olmadığı da bilinmektedir. Örneğin, görmeyen, duymayan, aklı olmayan, bir kimseye bir bisikleti bisikletin bir milini bile yaptırmak bile mümkün değildir. Akıllı olan bir kimse, akılsız, kör ve sağır bir kimseye bu işi yaptırabilir mi?

Aynen öyle de Külli bir Şuur sahibi olan Allah, kâinattaki bu muazzam derecede cereyan eden düzeni, akılsız, şuursuz ve kör sebeplere havale eder mi?

Bulutlar, denizler, yıldızlar, balıklar, arılar, ağaçlar, havadaki oksijen dengesi, karbon dengesi vücudumuzdaki bu muazzam sistem ve bunları meydana getiren atomlar, akılsız, kör ve sağır oldukları halde bu işi nasıl yapabilsinler?

Kısacası, her şeyi her an yaratan, bilen, gören, varlılarına devam ettiren ve devam etmeleri için her türlü ihtiyaçlarını her an karşılayan bir Allah’ı kabul etmemek, bütün bunların akılsız, kör, sağır, merhamet duygusu olmayan sebepler yapıyor anlamına gelir ki; buna şeytan bile inanmaz. Kalaldı ki
Şeytan da zaten Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmiştir.Onun isyanı Adem Aleyhisselâmadır.


Ayrıca, Kur’an-ı Kerim'deki binlerce Allah kelamı olarak deizm fikrini çürütmeye yeterlidir.


İslâm'a göre âlemdeki kanunilik, Allah'ın isterse değiştire­bileceği "meşîet"inden ibaret olduğu için gerek mikro gerekse makro planda mut­lak olarak Allah'ın yaratıcı gücüne ba­ğımlıdır. Dolayısıyla Allah ile âlem ara­sındaki yaratan-yaratılan ilişkisi, deiz­min bir defa olup bitmiş ve artık söz ko­nusu edilmemesi gereken bir yaratan-yaratılan ilişkisi değildir.

Allah'ı âlemden ve insandan uzaklaştıran yanlış bir aşkınlık anlayışına sahip deist iddianın ak­sine Allah "yerin ve göklerin nurudur" (Nur 24/35) ve İnsana "şah damarın­dan daha yakındır". (Kaf 50/16)


Dünya Gerçekleri Realities of the World’dan alıntıdır.

Dünya Gerçekleri Realities of the World’dan alıntıdır


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder