10 Aralık 2011 Cumartesi

İNSAN HAKLARI



Medeni (!) Dünya “İnsan Hakları Bildirgesi’ni” 10 Aralık. 1948 yılında kabul etmiş. Ne güzel, ne büyük bir aşama! Tabi onlar için... Oysaki Efendimiz Hz. Muhammed (aleyhisselâtu vesselâm) İnsan Hakları Bildirgesi’nin kabul edilmesinden tam 1316 yıl önce Vedâ haccında, 9 Zilhicce Cuma günü (8 Mart. 632) öğleden sonra Kasvâ adlı devesi üzerinde, Arafat Vâdisi'nin ortasında 124 bin Müslüman’ın şahsında bütün insanlığa şöyle hitap etti:


EFENDİMİZİN (ALEYHİSSELATU VESSELEM) VEDA HUTBESİ:

"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, O'ndan yardım isteriz. Allah kime hidayet ederse, artık onu kimse saptıramaz. Sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidayete erdiremez. Şahadet ederim ki; Allah'dan başka ilâh yoktur. Tektir, eşi ortağı, dengi ve benzeri yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür."

"Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.  İnsanlar! Bugünleriniz nasıl  mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.

Ashabım!  Muhakkak Rabbinize kavuşacaksınız. O'da sizi yaptıklarınızdan  dolayı sorguya çekecektir. Sakin benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi, burada bulunanlar,bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki, burada bulunan kimse bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.

Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin. Biliniz ki, faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmutallib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir. Lakin  anaparanız size aittir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.

Ashabım! Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Iyas bin Rabia'nın kan davasıdır.

Ey insanlar! Muhakkak ki, şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.

Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınızı; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsaade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırlarsa, Allah, size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.

Ey mü'minler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç   şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur’an’i Kerim ve Peygamberin sünnetidir.

Mü'minler!  Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman Müslüman'ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar  kardeştirler. Bir Müslüman'a kardeşinin kanı da, malı da helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.

Ey insanlar!  Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesini ayırmıştır. Mirasçıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır.

Ey insanlar!  Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında  en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.  Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine  suçlanamaz.

DİKKAT EDİNİZ! ŞU DÖRT ŞEYİ KESİNLİKLE YAPMAYACAKSINIZ:

-  Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.
-  Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.
-  Zina etmeyeceksiniz.
-  Hırsızlık yapmayacaksınız.
İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz? "

Sahabe-i Kiram birden şöyle dediler:

"Allah'ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şahadet ederiz!"
Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (S.A.V.) şahadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve söyle buyurdu:

"Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab! "

KAYNAK DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ARŞİVİ



BİR KIYASLAMA YAPABİLMEK İÇİN AŞAĞIDA “İNSAN HAKLARI BİLDİRGESİ’NİN” İLK 12 MADDESİ YER ALMAKTADIR.


İNSAN HAKLARI BİLDİRGESİ NİN İLK 12 MADDESİ:


Madde 1: Bütün insanlar özgür; onur ve hakları yönünden eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşçe davranmalıdırlar.
Madde 2: Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da her hangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu Bildirge'de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir.
Bundan başka, ister bağımsız ülke uyruğu olsun, isterse bağımlı, özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke uyruğu olsun, bir kişi hakkında, uyruğu bulunduğu devlet ya da ülkenin siyasal, adli ya da uluslararası durumu bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.

Madde 3: Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
Madde 4: Hiç kimse köle ya da kul olarak kullanılamaz; kölelik ve köle alım satımı her türlü biçimiyle yasaktır.
Madde 5: Hiç kimse işkenceye ya da acımasız, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza ya da muameleye uğratılamaz.

Madde 6: Herkes, nerede olursa olsun, kişiliğinin tanınması hakkına sahiptir.
Madde 7: Yasa önünde herkes eşittir ve herkes ayrım gözetilmeksizin yasanın koruyuculuğundan eşit olarak yararlanma hakkını taşır. Herkesin, bu Bildirge'ye aykırı her türlü ayrıma ve bu tür ayrım gözetici işlemler için yapılacak her türlü kışkırtmaya karşı eşit korunma hakkı vardır.
Madde 8: Her kişinin, kendisine Anayasa ya da yasa ile tanınan temel haklara aykırı işlemlere karşı ilgili ulusal mahkemelerin etkin koruyucu önlemlerinden yararlanma hakkı vardır.

Madde 9: Hiç kimse, keyfi olarak tutuklanamaz, alıkonulamaz, sürülemez.
Madde 10: Herkes, haklarının ve ödevlerinin ya da kendisine yöneltilen ve ceza niteliği taşıyan herhangi bir suçlamanın saptanmasında, davanın bağımsız ve tarafsız bir mahkemece, tam bir eşitlikle, adil ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir.

Madde 11: A- Bir suç işlemekten sanık herkes, savunması için kendisine gerekli bütün güvencenin sağlanmış bulunduğu açık bir yargılama ile yasaca suçlu olduğu saptanmadıkça, suçsuz sayılır.
                 
B- Hiç kimse, gerçekleştiği sırada ulusal ya da uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan eylem ya da ihmalden dolayı mahkum edilemez. Yine hiç kimseye, suçun işlendiği sırada uygulanan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
Madde 12: Hiç kimse, özel yaşamı, ailesi, konutu ya da yazışması konularında keyfi müdahaleye, onuruna ve adına karşı saldırıya uğrayamaz. Herkesin, bu müdahale ve saldırılara karşı yasa ile korunmaya hakkı vardır.


Batı toplumlarının ancak 63 yıl önce kabul ettiği bu beyanname ile elde etmiş oldukları hakları Allah, Kur’an’i Keriminde insanoğluna Resulü Hz. Muhammed Aleyhisselâm vasıtasıyla 1450 yıl önce bildirmişti. Sadece bu kadar mı? Elbette değil… Daha pek çok örnek verilebilir. Şimdilik bu kadarla yetinelim.

Demek ki neymiş? “Medeniyet” denilen şey (neyse o) Dini İslam’ı 1450 yıl geriden takip ediyormuş.

DERLEME

27 Kasım 2011 Pazar

TÜRKİYE'NİN HAZİNELERİ -> ARTEMİS TAPINAĞI - > İZMİR


Bizanslı Philon "Babil'in asma bahçelerini, Olimpos'taki Zeus Heykelini, Rodos Kolossusu'nu, yüksek piramitlerin kudretli işçiliğini ve Mausoleus'in mezarını gördüm. Ama bulutlara doğru yükselen Efes'teki tapınağı gördüğümde, diğerlerinin tümünün gölgede kaldığını hissettim." diye yazmıştı.

Tanrıça Artemis adına ilk türbe M.Ö.800'lü yıllarda Efes'teki nehrin yakınındaki bataklık kıyıya yapılmıştı. Bazen Diana da denen Efes tanrıçası Artemis, Yunan Artemis'iyle aynı değildi. Yunan Artemis'i av tanrıçasıydı. Efes Artemis'i ise belinden omuzlarına kadar birçok göğüsle resmedildiği gibi verimlilik, bereket ve doğurganlık tanrıçasıydı.

Tanrıça Artemis’e ithafen Lidya kralı Croesus tarafından yaptırılan Artemis Tapınağı, Yunan mimar Chersiphron tarafından tasarlanmış ve dönemin en büyük heykeltıraşları Pheidias, Polycleitus, Kresilas ve Phradmon tarafından yapılmış olan bronz heykellerle süslenmişti. Büyüklüğü 130 x 68 metre ve ön cephesi diğer Artemis (Ana Tanrıça) tapınakları gibi batıya dönüktü.

Bu eski tapınakta muhtemelen Jüpiter’den düşen bir meteorit olduğu düşünülen kutsal bir taş vardı. Tapınak, sonraki yüzyıllarda birkaç kez tahrip olmuş ve yeniden inşa edilmiştir. M.Ö.600'lerde Efes şehri büyük bir ticaret limanı haline geldi ve Chersiphron adlı bir mimar yüksek taş kolonları olan yeni ve büyük bir tapınak inşa etti.

Lidya kralı Croesus, M.Ö.550'de Efes'i ve Anadolu'daki diğer Yunan şehirlerini fethetti. Bu savaş sırasında mabet bir kere daha tahrip oldu. Croesus, mimar Theodorus'a daha öncekilerin hepsini gölgede bırakan yeni bir mabet yaptırdı. Yeni tapınak öncekinin 4 katı büyüklükte 90 metre yükseklikte ve 45 metre genişlikteydi. Masif bir çatı, yüzden fazla taş sütunla destekleniyordu.

M.Ö. 356'da Herostratus adlı biri tarafından çıkarılan bir yangında yanarak yeniden tahrip oldu. Bundan kısa bir süre sonra o günün en ünlü heykeltraşı olan Scopas'lı Paros tarafından bir kere daha yeniden yapıldı. Romalı tarihçi Pliny'ye göre yeni tapınak, 130 metre uzunlukta ve 68 metre genişlikteydi. Tavanı, yükseklikleri 18 metre olan 127 adet sütun destekliyordu. İnşaat 120 yıl sürmüştür. Büyük İskender M.Ö.333'de Efes'e geldiğinde tapınağın inşası hâlâ devam ediyordu.

 M.S. 57'de St. Paul Hıristiyanlığı yaymak için Efes'e geldi. O kadar başarılı oldu ki bundan, şehrin demircisi ve tapınaktaki heykellerin sahiplerinden birisi olan Demetrius büyük bir korkuya kapıldı. Çünkü Demetrius tapınaktaki heykellerin bir kısmının sahibiydi ve her yıl tapınağa hacca gelenlerden iyi bir geliri vardı ve insanların dinini değiştirmesi demek onun geçimini kaybetmesi anlamına geliyordu.

Birlikte ticaret yaptığı diğer kişileri de yanına alan Demetrius heyecan verici ve "Yaşasın Efesliler'in Artemisi" diye biten bir söylev yaptı ve halkı galeyana getirdi. Hemen sonra St. Paul'un yardımcılarından ikisini tutukladılar. Bunu bir isyan takip etti. Sonuçta St. Paul, tutuklanan yardımcılarıyla şehri terk etti ve Makedonya'ya geri döndü.

262'de Gotların bir akını sırasında büyük Artemis tapınağı yakılıp yıkıldı. Bir yüzyıl sonra Roma İmparatoru Constantine şehri yeniden inşa ettirdi. Fakat Hıristiyan olduğu için tapınağı restore ettirmedi. Constantin'in çabalarına rağmen Efes eski günlerine dönemedi. Çünkü gemilerin demirlediği liman yok olmuştu. Nehrin taşıdığı alüvyonlar tarafından deniz şehirden uzaklaşmıştı.

Zamanla şehir sakinleri kenti terk ettiler. Mabedin kalıntıları başka yapıların ve heykellerin yapılmasında kullanıldı. British Museum'dan John Turtle Wood 1863'de tapınağı araştırmaya başladı. 1869'da 6 metre derinlikte, çamurların içinde tapınağın temellerini buldu. Bulduğu heykelleri ve bazı kalıntıları British Museum'a götürdü.

1904'de yine aynı müzeden D.G. Hograth'ın liderliğindeki bir ekip kazılara devam ettiler ve sitede birbirinin üzerine inşa edilen 5 tapınak olduğunu keşfettiler. Bugün gelen ziyaretçilere tapınağın yerini belli etmek için, bataklık halinde olan bölgeye sadece bir tek sütun dikilmiştir.

DERLEME



1 Kasım 2011 Salı

AYASOFYA




İstanbul'da Bizans devrinden kalan en ünlü kilisedir. 1453'te Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u almasıyla camiye çevrilmiş, 1935'te müze oluncaya kadar bu amaçla kullanılmıştır. Büyük Kostantinos'un İstanbul'u imparatorluk merkezi haline getirip kenti yeni baştan ele alması sırasında bugünkü Ayasofya'nın yerinde bir kilise yaptırılmış, M.S.326 yıllarına rastlayan bu ilk yapıdan sonra M.S. 360'ta imparatorun oğlu Konstantinos küçük geldiği veya bir depremde yıkıldığı için yapıyı yeni baştan daha büyük olarak ele aldırmıştır. Büyük kilise (Megale Ekklesia) adıyla anılan ve bazilikal bir plan gösterdiği sanılan yapı V. yüzyıldan sonra daha çok Hagia Sophia adıyla tanınmış ve bu ad sonuna kadar yaşamıştır.

404 tarihinde bir ayaklanma sırasında yanan kilisenin yerine Theodosios II. devrinde 415'te yapılan yenisinin bazı kısımları bugün de görülmektedir. Bu yapının batı yüzünü süslediği anlaşılan sütunlu galeri ile narteks duvarlarını bir kısmı 1935 yılında yapılan kazılarla bugünkü Ayasofya'nın batı avlusunda ortaya çıkmıştır.532 yılında çıkan yangından Ayasofya kurtulamamış. Ayaklanmadan sonra Justinianos'un çağında ikinci bir örneği olmayacak büyüklükte ve özellikte bir yapı istemesi üzerine, devrin iki önemli mimarından Aydınlı Anthemios ile Miletoslu İsidoros sorumluluğu yüklenmişler. Yangınların etkileyemeyeceği her türlü malzemenin en zengin şekilde kullanılacağı bir kilisenin yapımına girişmişler. 537 tarihinde tamamlanan yapı, büyük bir açılış töreninden sonra imparatorun "Ey Süleyman seni geçtim" demesine sebep olacak kadar etkileyici olmuştu.

Zaman içerisinde birçok yangın ve deprem atlatan Ayasofya, 29 Mayıs 1453'te İstanbul'un Türkler tarafından alınmasından sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye çevrilmiş ilk Cuma namazı burada kılınmıştı. Camiye çevrilmesi sırasında yapının ana çizgileri korunmuş, figürlü mozaiklere bile dokunulmamıştır. Bunlar ancak Kanuni devrinde badanayla örtülmüştür. Güneydoğudaki büyük dayanak duvarların Fatih devrinde yapıldığı, ayrıca tuğla minarenin eklendiği kabul edilir. Sultan İkinci Bayezid devrindeyse kuzeybatıdaki ince minare, Sultan İkinci Selim devrinde de Mimar Sinan tarafından batıdaki iki kalın minare eklenmiş ve yer yer dayanaklarla kuvvetlendirilmiştir. Mimar Sinan'ın yaptığı dayanaklar ve onarımlar yapının bugüne kadar ulaşabilmesini sağlamıştır.


Bu yapının çevresinde Bizans devrinden kalan ek yapılar vaftizhane ve hazine dairesidir. Bu ek yapılardan vaftizhane Osmanlı devrinde Sultan Mustafa ve İbrahim'in türbesi olmuş, Sultan İkinci Selim türbesi Mimar Sinan, Sultan Üçüncü Murad türbesi de Davut Ağa tarafından yapılmıştır. Ayrıca Sultan Üçüncü Mehmed'in kendi türbesi, bir okul binası, Sultan Birinci Mahmud döneminden özellikler taşıyan bir şadırvan ve imaret yapının çevresinde yer alır.

Ayasofya, birçok özelliğiyle uzun yıllar birçok mimarı etkilemiş, çeşitli devirlerde gördüğü ek ve onarımlarla bugünkü şeklini almış bir yapıdır. Mimari ve süsleme zenginliğinin yanı sıra her devirde eklenen efsaneleriyle de büyük bir geçmişi içinde saklamaktadır



15 yüzyıl boyunca ayakta duran bu yapı sanat tarihi ve mimarlık dünyasının başyapıtları arasında yer alır ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin bir simgesi olmuş bir yapıdır. Hıristiyanlığın da en önemli simgelerinden birisidir. Sırf bu özelliği bakımından Lozan antlaşmasının öngördüğü şekliyle Cami olmaktan çıkartılıp Müze haline getirilmiştir. Böylece Fatih Sultan Mehmet, cami olarak değiştirip Müslümanların kullanımına sunduğu bu tarihi katedral, yeniden kilise olamadıysa da müze olarak işlev kazandırılmıştır. Ayasofya'nın müze haline getirilmiş olması Fethe simgesel de olsa bir darbe vurması bakımından önemlidir.


AYASOFYA'NIN MOZAİKLERİ:


Onlarca altının kullanıldığı Ayasofya mozaiklerinin yapımında altının yanısıra, gümüş, renkli cam, pişmiş toprak ve renkli mermer gibi taş parçaları kullanılmıştır. 726'da III. Leo'nun tüm ikonaların yok edilmesi emriyle, tüm ikona ve heykeller Ayasofya'dan kaldırılmıştır. Dolayısıyla Ayasofya'da günümüzde görülen, surat tasvirleri içeren mozaiklerin hepsi ikonoklazm dönemi sonrasında yapılan mozaiklerdir. Bununla birlikte Ayasofya'da surat tasviri içermeyen mozaiklerden az bir kısmı 6. yüzyılda yapılan ilk mozaiklerdir.

1453'de kilise camiye dönüştürüldükten sonra insan figürleri içerenlerin bir kısmı ile ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. İstanbul'u ziyaret eden 17. yüzyıl gezginlerinin raporlarından Ayasofya'nın camiye çevrilmesini izleyen ilk yüzyıllarda insan figürü içermeyenler ile içerenlerden bir kısmının sıvayla kaplanmadan bırakılmış oldukları anlaşılmaktadır. Ayasofya mozaiklerinin tamamen kapatılması 842'de ya da 18. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmiştir. 1755'te İstanbul'a gelen Baron De Tott artık tüm mozaiklerin badana altında kalmış olduğunu belirtmiştir.

Sultan Abdülmecit'in isteği üzerine 1847 ile 1849 yılları arasında Ayasofya'da çeşitli yenileme çalışmaları yapan ve sultandan yenileme sırasında keşfedilebilecek mozaikleri belgeleme iznini alan Fossati kardeşler, mozaiklerin sıvalarını kaldırıp desenlerini belgelerine kopyaladıktan sonra mozaikleri tekrar kapatmışlardır. Bu belgeler günümüzde kayıptır. Buna karşılık, o yıllarda Alman hükümetince onarım için gönderilen mimar W. Salzenberg bazı mozaiklerin desenlerini de çizmiş ve yayımlamıştır.



Sıvayla kaplı mozaiklerin büyük bir kısmı 1930'larda Byzantine Institute of America adlı kurumun bir ekibi tarafından açılmış ve temizlenmiştir. Ayasofya'nın mozaiklerinin açılması ilk kez 1932'de Byzantine Institute of America kurumunun başındaki Thomas Whittemore tarafından gerçekleştirilmiş olup, ilk gün ışığına çıkarılan mozaik "imparator kapısı" üzerindeki mozaik olmuştur. Doğudaki yarım kubbe üzerindeki sıvanın bir kısmının bir süre önce düşmesi sayesinde bu yarım kubbeyi örten sıvanın altında mozaiklerin bulunduğu anlaşılmıştır.


 DERLEME YAZI

DENİZ FENERİ DERNEĞİ


“Yüz yılın yardım hareketi” sloganıyla yola çıkmışlardı. Nerede bir muhtaç varsa (yurt içinde yurt dışında)  onlar da oradaydılar. Türkiye’nin yardım sever halkının bağışlarını ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyorlardı. İhlâsla çalıştıkça da halkımızın teveccühü katlanarak büyüdü sınırlarımızı aşıp Avrupa’ya kadar ulaştı. Aynı adla Almanya’da da bir benzeri kuruldu aralarında organik bir bağ var mıydı, yok muydu? Bilmiyorum, zaten bu yazının konusu da bu değil.

Deniz Feneri Derneği… Çoğunuz daha yazının başlığından bu dernekten söz edildiğini hemen anlamışsınızdır eminim. Şimdi bu derneğin adı bile kalmadı ortalıklarda. Sadece arada bir yargılamanın sürdüğüne dair küçük haberler görüyoruz gazetelerde ve televizyon ekranlarında hepsi o kadar.

Kim bilir hangi mahfillerde kurgulanıp çerçevesi çizilen bir büyük tuzak, kurgulayıcıları tarafından fırsatını buldukları anda kuruldu ve Almanya’da bir işbirlikçi savcı ve dahi bir mahkeme heyetinden oluşan göstermelik bir yargılama ile de kamuoyunun önüne koyuldu. Ne yazık ki bu fırsat bu mahfillere yine bu dernekte görev yapan bazı çıkarcı tamahkârlar eliyle verildi.

İlgilenenler bilecektir. Belli mahfillerce “Deniz Feneri e.V. davası” adı altında Almanya’da başlatılan kurgulanmış bu yargılama onların Türkiye’deki işbirlikçileri vasıtasıyla ülkemize de taşındı. Dava burada halen devam ediyor. Dediğimiz gibi işlerin bu şekilde gelişmesinde bu derneklerde görev yapan bazı tamahkâr görevlilerin de payı çok büyük. Zaten yargılama da bu gibi kendisini bilmez kişiler üzerinden başlatılarak yaygınlaştırıldı.

Deniz Feneri Derneği (ve benzerleri)  ne yapıyordu? Kendilerine emanet edilen her türlü yardımı muhtaç ve ihtiyaç sahiplerine dinleri, ırkları, dilleri ne olursa olsun hiçbir çıkar gözetmeden, hiçbir şart öne sürmeden, hiçbir angarya ve görev yüklemeden sadece Allah rızası için ulaştırıyor, bir nebze de olsa yaralara merhem oluyordu.

Bilindiği gibi az gelişmiş ülkelerde birçok Hıristiyan ve başka din menşeli misyoner guruplar yüzyıllardır faaliyet gösterirler. Bu misyonerlik hareketlerinin amaçları, yine bilindiği gibi kendi dinlerini yüceltmek adı altında girdikleri ülkelerde cemaatleşmek ve sonra da yanlarına çekmiş oldukları işbirlikçilikleri vasıtasıyla varsa o ülkedeki zenginlikleri kendi ülkelerinin sömürebilmelerinin yolunu açmak...

Yüz yıllarca bu sistemlerini başarı ile çalıştırdılar ama bir de baktılar ki bir gün Deniz Feneri ve benzeri bazı Müslüman ve Türk menşeli kuruluşlar gelmişler ve kendilerinin hiç de onaylamadıkları ve istemedikleri bir yardımlaşma anlayışıyla onlara rakip olmaya başlamışlar. Böylesi bir hareket işlerine gelmezdi. Çünkü artık rakipleri vardı ve bu rakipler onların hiç bilmedikleri bir anlayış ve bakış açısıyla iş görüyorlar, gün geçtikçe de önceden parsellemiş oldukları faaliyet alanlarını daraltıyorlardı. Yüzyıllardır sürdürmüş oldukları misyonerlik faaliyetlerini artık o kadar rahat bir biçimde sürdüremiyor ve artık eskisi gibi göz boyayamıyorlardı.

Nitekim gün geçtikçe işler aleyhlerine dönmeye başladı. Çünkü bu fakir ülkelerin insanları (bir takım işbirlikçi satılmışlar hariç)  bu misyonerlerin yaptıklarının göstermelik bir takım şeyler olduğunu, asıl amaçlarının kendi dinlerine adam kazanmak ve onları sömürmek olduğunu Deniz Feneri ve benzeri Türk ve Müslüman yardım derneklerinin faaliyetlerine bakarak görmüşler ve anlamaya başlamışlardı. Bu derneklerin etkinlikleri arttıkça kendi hedeflerinin yıkıldığını görmek bu menus misyonerlik hareketlerini zıvanadan çıkartıyordu. Bu böyle gitmezdi. Bir şeyler yapmalıydılar. Ama ne? Üzerlerinde hegemonya kurarak dindarlık kisvesi altında sömürdükleri halklar nezdinde kırılmış olan gururlarını tamir etmenin bir yolu olmalıydı.

Ve düğmeye bastılar. Önce arayıp taradılar elbette sonunda da buldular.

Almanya’daki Deniz Feneri’nde birkaç tamahkâr yolsuzluk yapmıştı. Koz ellerine geçmişti. Neydi bu koz? Söz konusu bu küçük yolsuzlukları büyüterek Dünya Kamuoyu’na mal etmek, bu ve benzeri Türkiye menşeli yardım derneklerine olan güveni sarsmak…

Oyunu kurdular ve vakit geçirmeden de uygulamaya koydular. Türkiye’deki işbirlikçileri vasıtasıyla medyada olayı manşetlerden vererek, abartarak, sürekli gündemde tutarak kamuoyu oluşturmak suretiyle halkın kafasını karıştırmayı başardılar. Söz konusu derneğin kendisini savunmasına bile izin vermeden mahkemelerden önce hükmü verdiler.

Ramazan ayındayız. Eskiden olsa Deniz Feneri Derneği’nin adı her yerde duyulur, yapmış oldukları hayırlar her yerde konuşulur olurdu. Oysa şimdi adı bile yok. Ne hazin bir durum… İçlerindeki birkaç çıkarcı yüzünden Dünya çapında koskoca bir yardım kuruluşunun esamisi bile yok! Oynanan oyunu gördüler ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Ama bu demek değildir ki bittiler. Hayır bitmediler! Bitmezler! Bu mübarek halk buna izin vermez.

Deniz Feneri Derneği bilemiyorum hâlâ faal durumda mı? İnşa-Allah işlevlerini sürdürüyorlardır. Ama belli ki eski etkinliklerini kaybettiler. Peki, bundan kim fayda sağladı? Hıristiyan Misyonerler ve onların işbirlikçileri satılmışlar... Peki, kim zarar gördü? Bu günlerde Afrika’da baş gösteren kıtlık yüzünden açlıktan ve susuzluktan ölümle pençeleşen bebekler, çocuklar ve elbette kadınlar ve erkekler…  Ve dahi içerideki, dışarıdaki pek çok muhtaç insanlar!

Ellerinde viski bardağı ve purolarıyla klimalı odalarda dopdolu midelerini keyif içinde okşayan birileri bir yerlerine artık kına yakabilirler. Ama bilmeliler ki bu Mübarek Millet o engin ferasetiyle her şeyi çok iyi gözlemliyor ve sıra kendisine geldiğinde de sözünü söylüyor. Söz söyleme sırası geldiğinde sözünü yine en güçlü bir şekilde söyleyecektir, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. İşte Ramazan ayındayız ve halkımız bir kere daha harekete geçti. Gücünüz yetiyorsa durdurun bakalım.

Gün ola, harman ola. Bir “Deniz Feneri” gider, (Burada ad önemli değildir.)  onlarcası kurulur. Kurulur ve çok daha büyük bir azimle ve inançla yılmadan yoluna devam eder. Bu böyle biline!

Not: Kızılay ve Diyanet gibi devletin yönetiminde olan bir takım değerli kuruluşlar yardım götürmüş oldukları ülkelerde T.C. Devletini temsil ediyor. Bunun böyle olduğunu o ülkenin muhtaçları da biliyor. Bu derneklerin oluşturduğu imaj “Türk devleti bize yardım etti,” dir. Elbette bu ülkemiz için büyük bir prestijdir. Ama öte yandan bir sivil toplum kuruluşu olan Deniz Feneri Derneği, Kimse yok mu Derneği, Can Suyu Derneği, İ.H.H. ve benzerleri, halkın bizzat kendisini temsil ettikleri için bu derneklerce yardım götürülen ülke insanları nezdinde “Türk insanı” imajının oluşmasına yardımcı oluyorlar ve bu muhtaç insanlara Türk halkının yüce gönüllülüğünü gösteriyor. İşin bu yanı da çok önemli…

RECEP AKIL

25 Eylül 2011 Pazar

SOMUNCU BABA






ŞEYH HAMİD-İ VELÎ (SOMUNCU BABA) (1331-1412)

Asıl adı Hamid Hamidüddin'dir. Halk arasında Somuncu Baba olarak da bilinen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid Han zamanında yaşamıştır.

Miladi 1331 tarihinde Kayseri'nin Akçakaya köyünde doğmuştur. Anadolu'yu manevi fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemseddin Musa Kayseri'nin oğludur. Soyu Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e ulaşır, 24. kuşaktan torunudur, Seyyiddir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri ilk tahsilini babası Şemseddin Musa Kayseri'den almıştır. Bilge bir kişiliği olan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, ilim alanındaki çalışmalarını Şam, Tebriz ve Erdebil'de sürdürmüştür. 

Dini ve dünyevi ilimlerle ilgili icazet alarak, irşat vazifesi için Anadolu'ya dönmüş Bursa'ya yerleşmiştir. Bursa'da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip çarşı pazar dolaşarak "Somunlar, Müminler…" nidasıyla insanlara ekmek dağıtmıştır. Bu sebeple Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Ekmekçi Hoca olarak da tanınmıştır. Zamanın Padişahı Yıldırım Bayazit Han Niğbolu zaferini kazanınca Allah'a şükür nişanesi olarak Bursa Ulu Camiini yaptırmıştır.

Ulu Cami’nin açılış hutbesini Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri okumuş, hutbede Fatiha Suresini yedi farklı şekilde yorumlamıştır. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerine büyük bir teveccüh ve tazim göstermiştir. Manevi kişiliği ve bilgelik yönü ortaya çıkan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri şöhretten korktuğu için talebeleriyle birlikte Bursa'dan ayrılarak Aksaray'a gelmiştir. Aksaray'da Hacı Bayramı Veli Hazretlerini dünyaya ve ahirete ait ilimlerde eğiterek yetiştirmiş, irşat vazifesi için Ankara'ya görevlendirmiştir.

Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, 1412 (h. 815) tarihinde Darende’de ebedi âleme göç etmiştir. Kabri şerifleri, kendi zamanında halvethane olarak kullanılan şimdiki Şeyh Hamid-i Veli Camii içerisinde olup, estetik yapılı cevizden oyma sanduka ile de kaplıdır.

Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin Yusuf Hakiki ve Halil Taybi adında iki oğlu bilinmektedir. Yusuf Hakiki Aksaray'da kalarak burada vefat etmiştir. Diğer oğlu Halil Taybi ise, hacdan döndükten sonra babası ile birlikte Darende'ye gelerek yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Kabri şerifleri Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin yanındadır.

TALEBELERİ:

Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri ve en meşhur talebesi Hacı Bayram Veli' dir. Hacı Bayram Veli’nin Osmanlı Devleti’nin manevi hayatı üzerinde çok büyük etkileri ve katkıları vardır. Osmanlı kültürünü etkileyen bu önemli simaların hizmetlerini ve kültürümüze katkılarını anlamak için yetiştirmiş oldukları bazı isimleri zikretmemiz gerekir.

Diğer bazı talebelerini de şöyle sıralamak mümkündür. Baba Yusuf Hakiki, Akşemseddin Ömer Dede,  Hızır Dede, Akbıyık Sultan, İnce Bedreddin,  Şeyh Lütfullah, Şeyhî Kütahya, Şeyh Üftade,  Aziz Mahmud Hüdayi, Muslihiddin Halife, Uzun Selahaddin’dir.

Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin günümüze kadar gelen uzantıları ve yansımaları o kadar mükemmeldir ki Anadolu'nun her köşesinde bir parçasını bulmak ve yüreklerde hissetmek mümkündür.  Âlim ve tasavvuf ehli kimseler üzerinde emeği ve etkisi bulunan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri için kültürümüzün temel taşlarından biridir diyebiliriz. Öyle ki uzantılarının günümüze kadar devam etmesi neseb-i aliyesinin halen etken olması günümüz insanları için Allah'ın bir lütfudur.

ESERLERİ:

Somuncu Baba, zahiri ve Bâtıni ilimlerdeki derin bilgisine rağmen, çok az eser vermiş veya çok az eseri bize ulaşmış bir âlim kişidir. Onun fazla eser vermiş olmaması, daha evvel işaret ettiğimiz melâmet meşrebinden de kaynaklanmış olabilir. Nitekim onun yanında yetişmiş bulunan ve halifesi olan Hacı Bayram Veli de, müderris olmasına rağmen eser yazmamıştır. Ve hatta Muhammediye müellifi halifesi Yazıcıoğlu, eserini kendisine takdim ettiğinde, “Mehmet, bununla uğraşacağına bir gönül hak etseydin, bir gönle girip onun terbiyesiyle meşgul olsaydın, daha iyi olmaz mıydı?” diyerek kendi düşüncesini de dile getirmiştir. Bu zikredilen hakikate rağmen, Somuncu Baba’nın bize kadar ulaşan Şerh-i Hadis-i Erbaîn, Zikir Risalesi, Silâh-u-l Müridin ve Kâşiful-Estar an Vechi-l Esrar eserleri mevcuttur.

Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin soyu Darende'de; Halil Taybi ile günümüze kadar devam etmektedir. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz "Arşiv Belgeleri Işığında ve Nesebi Âlisi" adlı eserinde arşiv kayıtlarına dayanarak Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin nesebi, nesli ve kabri şerifi hakkında genişçe bilgiler vermektedir.

Şeyh Hamid-i Veli neslinden büyük devlet adamları, âlim ve fazıl zatlar yetişmiştir. Seyyid Osman Hulusi Efendi de bunlardan bir tanesidir.

TAVSİYELERİ:

* Arkadaşlarıma ve Yolumuzdan Gidenlere Tavsiyelerim
* Gizli ve aşikâr her yerde Allah'tan korksunlar.
* Az yesinler, az konuşsunlar, az uyusunlar.
* Avamın arasına az karışsınlar.
* Tüm masiyet ve kötülüklerden uzak dursunlar.
* Daima şehvetlerden kaçınsınlar.
* İnsanların elindekilerden ümitlerini kessinler.
* Tüm zemmedilmiş sıfatları terk etsinler.
* Övülen sıfatlarla süslensinler.
* Ayrı bir görüşle, kendini cemaatten ayrı bırakmasınlar.
* Aç olarak ölseler bile şüpheli hiç bir lokmayı yemesinler.

DERLEME





4 Ağustos 2011 Perşembe

DENİZ FENERİ


DENİZ FENERİ

“Yüz yılın yardım hareketi” sloganıyla yola çıkmışlardı. Nerede bir muhtaç varsa (yurt içinde yurt dışında) onlar da oradaydılar. Türkiye’nin yardım sever halkının bağışlarını ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyorlardı. İhlâsla çalıştıkça da halkımızın teveccühü katlanarak büyüdü sınırlarımızı aşıp Avrupa’ya kadar ulaştı. Aynı adla Almanya’da da bir benzeri kuruldu aralarında organik bir bağ var mıydı, yok muydu? Bilmiyorum, zaten bu yazının konusu da bu değil.

Deniz Feneri Derneği… Çoğunuz daha yazının başlığından bu dernekten söz edildiğini hemen anlamışsınızdır eminim. Şimdi bu derneğin adı bile kalmadı ortalıklarda. Sadece arada bir yargılamanın sürdüğüne dair küçük haberler görüyoruz gazetelerde ve televizyon ekranlarında hepsi o kadar.

Kim bilir hangi mahfillerde kurgulanıp çerçevesi çizilen bir büyük tuzak, kurgulayıcıları tarafından fırsatını buldukları anda kuruldu ve Almanya’da bir işbirlikçi savcı ve dahi bir mahkeme heyetinden oluşan göstermelik bir yargılama ile de kamuoyunun önüne koyuldu. Ne yazık ki bu fırsat bu mahfillere yine bu dernekte görev yapan bazı çıkarcı tamahkârlar eliyle verildi.

İlgilenenler bilecektir. Belli mahfillerce “Deniz Feneri e.v. davası adı altında Almanya’da başlatılan kurgulanmış bu yargılama onların Türkiye’deki işbirlikçileri vasıtasıyla ülkemize de taşındı. Dava burada halen devam ediyor. Dediğimiz gibi işlerin bu şekilde gelişmesinde bu derneklerde görev yapan bazı tamahkâr görevlilerin de payı çok büyük. Zaten yargılama da bu gibi kendisini bilmez hainler üzerinden başlatılarak yaygınlaştırıldı.

Deniz Feneri Derneği (ve benzerleri) ne yapıyordu? Kendilerine emanet edilen her türlü yardımı muhtaç ve ihtiyaç sahiplerine dinleri, ırkları, dilleri ne olursa olsun hiçbir çıkar gözetmeden, hiçbir şart öne sürmeden, hiçbir angarya ve görev yüklemeden sadece Allah rızası için ulaştırıyor bir nebze de olsa yaralara merhem oluyordu.

Bilindiği gibi az gelişmiş ülkelerde bir çok hıristiyan ve başka din menşeli misyoner guruplar yüzyıllardır  faaliyet gösterirler. Bu misyonerlik hareketlerinin amaçları, yine bilindiği gibi  kendi dinlerini yüceltmek ve girdikleri ülkelerde cemaatleşmek ve sonra da yanlarına çekmiş oldukları işbirlikçilikleri vasıtasıyla varsa o ülkedeki zenginlikleri kendi ülkelerinin sömürebilmelerinin yolunu açmak...

Yüz yıllarca bu sistemlerini başarı ile çalıştırdılar ama bir de baktılar ki bir gün "Deniz Feneri" ve benzeri bazı Müslüman ve Türk menşeli kuruluşlar gelmişler ve kendilerinin hiç de onaylamadıkları ve istemedikleri bir yardımlaşma anlayışıyla onlara rakip olmaya başlamışlar. Böylesi bir hareket işlerine gelmezdi. Çünkü artık rakipleri vardı ve bu rakipler onların hiç bilmedikleri bir anlayış ve bakış açısıyla iş görüyorlar, gün geçtikçe de önceden parsellemiş oldukları faaliyet alanlarını daraltıyorlardı. Yüzyıllardır sürdürmüş oldukları misyonerlik faaliyetlerini artık o kadar rahat bir biçimde sürdüremiyor ve artık eskisi gibi göz boyayamıyorlardı.

Nitekim gün geçtikçe işler aleyhlerine dönmeye başladı. Çünkü bu fakir ülkelerin insanları (bir takım işbirlikçi satılmışlar hariç) bu misyonerlerin yaptıklarının göstermelik bir takım şeyler olduğunu, asıl amaçlarının kendi dinlerine adam kazanmak ve onları sömürmek olduğunu "Deniz Feneri" ve benzeri Türk ve Müslüman yardım derneklerinin faaliyetlerine bakarak görmüşler ve anlamaya başlamışlardı. Bu derneklerin etkinlikleri arttıkça kendi hedeflerinin yıkıldığını görmek bu menus misyonerlik hareketlerini zıvanadan çıkartıyordu. Bu böyle gitmezdi. Bir şeyler yapmalıydılar. Ama ne? Üzerlerinde hegamonya kurarak dindarlık kisvesi altında sömürdükleri  halklar nezdinde kırılmış olan gururlarını tamir etmenin bir yolu olmalıydı.

Ve düğmeye bastılar. Önce arayıp taradılar elbette sonunda da buldular. 

Almanya’daki Deniz Feneri’nde birkaç tamahkâr yolsuzluk yapmıştı. Koz ellerine geçmişti. Neydi bu koz? Söz konusu bu küçük yolsuzlukları büyüterek Dünya Kamuoyu’na mal etmek, bu ve benzeri Türkiye menşeli yardım derneklerine olan güveni sarsmak…

Oyunu kurdular ve vakit geçirmeden de uygulamaya koydular. Türkiye’deki işbirlikçileri vasıtasıyla da epey bir başarılı oldular.

Ramazan ayındayız. Eskiden olsa Deniz Feneri Derneği’nin adı her yerde duyulur, yapmış oldukları hayırlar her yerde konuşulur olurdu. Oysa şimdi adı bile yok. Ne hazin bir durum… İçlerindeki birkaç çıkarcı yüzünden Dünya çapında koskoca bir yardım kuruluşunun esamisi bile yok! Oynanan oyunu gördüler ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Ama bu demek değildir ki bittiler. Hayır bitmediler! Bitmezler! Bu mübarek halk buna müsade etmez. 

Deniz Feneri Derneği bilemiyorum hâla faal durumda mı? İnşa-Allah işlevlerini sürdürüyorlardır. Ama belli ki eski etkinliklerini kaybettiler. Peki bundan kim fayda sağladı? Hıristiyan Misyonerlerve onların işbirlikçileri satılmışlar... Peki,  kim zarar gördü? Afrika’da baş gösteren kıtlık yüzünden açlıktan ve susuzluktan ölümle pençeleşen bebekler, çocuklar ve elbette kadınlar ve erkekler…  Yani muhtaç insanlar!

Ellerinde viski bardağı ve purolarıyla klimalı odalarda dopdolu midelerini keyif içinde okşayan birileri bir yerlerine artık kına yakabilirler. Ama bilmeliler ki bu Mübarek Millet o engin ferasetiyle her şeyi çok iyi gözlemliyor ve sıra kendisine geldiğinde de sözünü söylüyor. Söz söyleme sırası geldiğinde sözünü yine en güçlü bir şekilde söyleyecektir, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. İşte Ramazan ayındayız ve halkımız bir kere daha harekete geçti. Gücünüz yetiyorsa durdurun bakalım. 

Gün ola, harman ola. Bir “Deniz Feneri” gider, (Burada ad önemli değildir.) onlarcası kurulur. Kurulur ve çok daha büyük bir azimle ve inançla yılmadan yoluna devam eder. Bu böyle biline!

RECEP AKIL

19 Mayıs 2011 Perşembe

KANSERE DAİR



Her doktor öğrenciliği sırasında Otto Warburg'un buluşunu öğrenir. 1930'lu yıllarda Warburg kanserin en temel biyokimyasal sebebini, yani sağlıklı bir hücreyi kanser hücresinden ayıran şeyin ne olduğunu bulmuştur. Bu, o kadar önemli bir buluştur ki, Otto Warburg'a Nobel Ödülü kazandırmıştır. Otto Warburg'a göre kanserin bir temel sebebi vardır. Bu da, vücudun normal hücrelerinin oksijenli solunumunun, oksijensiz -anaerobik- hücre solunumuyla yer değiştirmesidir.

Warburg'un buluşu bize başka neleri anlatmaktadır? Birincisi, kanser, normal hücrelerden çok farklı bir biçimde metabolize olmaktadır. Normal hücreler oksijene ihtiyaç duyar; kanser hücreleri oksijenden kaçınır. Hiperbarik oksijen terapisi alternatif kanser tedavisi uygulayan kliniklerde kullanılan bir yöntemdir. Bu buluşun bize anlattığı başka bir şey de, kanserin bir mayalanma (mayalama) süreciyle metabolize olduğudur. Kanserin metabolizması normal hücre metabolizmasından 8 kat daha büyüktür.


Yukarıda söylediğimiz her şeyi birleştirirsek ortaya şu tablo çıkıyor: Vücut, kanseri beslemeye çalışırken mütemadiyen kapasitesinin üstünde çalışır. Kanser devamlı açlıktan ölmenin eşiğindedir ve vücuttan kendisini beslemesini talep etmektedir. Besin alımı kesilirse kanser açlıktan ölmeye başlar. Tabii kendisini beslemek için vücudun şeker üretmesini sağlayamazsa.

Proteinlerden şeker Bu ziyan sendromuna kaşeksia (cachexia) denir. Kaşeksia vücudun proteinlerden (evet, doğru duydunuz, karbonhidratlardan veya yağlardan değil de,
 proteinlerden) "glükoneogenez" (yeniden glikoz yapımı)  işlemiyle, şeker elde etmesidir. Bu şeker kanseri besler. Vücut sonunda, kanser hücresini beslemeye çalışırken kendisi açlık çeker. Şimdi, kanserin şekerle beslendiğini öğrenmişken, onu şekerle beslemek mantıklı geliyor mu size? Yani karbon hidratlardan zengin bir diyet uygulamak? Bugün, kansere karşı uygulanan birçok besin terapisi mevcuttur (işe de yaramaktadırlar) çünkü günün birinde birisi şeker ve kanser arasındaki bağlantıyı görmüştür.

Bu terapilerde, karbonhidratlar bakımından zengin gıdalara izin verilmez. Terapilerin hiçbirinde şekere de izin verilmez çünkü şeker kanseri beslemektedir.

Peki, doktorunuz bu gerçekleri size neden söylemez? Kim bilir? Belki doktorunuz kanseri tedavi edecek kişinin siz değil, kendisi olduğunu düşünmektedir. Belki Otto Warburg'un buluşunu duymuştur ama geri kalan parçaları tamamlayamamış tır. Belki de beslenmeyle ilgili hiçbir şey öğrenmemiştir. Aslında 1978'e kadar ABD'nin resmi kuruluşlarından biri, beslenmenin kanserle bir ilgisi olmadığını iddia etmekteydi! Kanser ve şeker bağlantısından haberdar olanlar ise, dikkate değer terapilerle ortaya çıktılar. Bunlardan biri 'Laetrile'dir. Kaşeksialı hastaların yüzde 50'den fazlasında glükoneogenez sürecini durduran hidrazin sülfat bunlardan bir diğeridir.

Bugün, Minnesota Üniversitesi kemoterapi alanında bir "akıllı bomba" üzerinde çalışmaktadır. Akıllı bomba diyebileceğimiz ilacın üzerinde bir kaplama vardır. İlaç, vücutta oksijensiz bir bölge ile karşı karşıya geldiğinde bu kaplamayı üzerinden atar. Kanseri yok etmek için kemoterapiyi serbest bırakır. Çünkü vücutta oksijensiz tek alan, kanserli bölgedir. Kanser hücresini aç bırakmaya çalışan besin terapileri de vardır. Kanserin ne sevdiğini bilen hasta, bunları yemekten kaçınır.

Kanser, çiğ yiyeceklerdense, pişmiş yiyecekleri sever. Pişirme işlemi, besinlerdeki enzimleri ve vitaminleri yok etmektedir. Bir de, kanserin şeker sevdiğini aklınızdan çıkarmayın. Kanserinizi sevmiyorsanız, onu beslemeyin! Şeker yerine tatlandırıcı kullanmak çözüm değil Şeker yerine tatlandırıcı kullanmayı düşünüyorsanız, başka bir tuzağa düşmüş olursunuz.

Tatlandırıcıların da vücuda ciddi zararları olduğu, yapılan araştırmalarla kanıtlandı. Örneğin, Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), sakarin içeren her türlü gıda maddesinin üzerine " Sağlığa zararlıdır. Hayvanlar üzerinde yapılan testlerde kansere yol açmıştır." ibaresinin konmasını şart koştu. Aspartam ve sükraloz gibi diğer tatlandırıcılar da yan etkileri nedeniyle uzak durulması gereken gıdalar arasında.

Editörün notu: Ama maalesef hiç birinin üzerinde böyle bir ibare yok). Kaynak: International Wellness Directory

Son iki yüzyıldır şeker tüketimi nasıl arttı? İngiltere'de 1815'de 5 kg civarında olan kişi başına yıllık çay şekeri tüketimi 1970'de 50 kg 'ın üzerine çıkmıştır. 1970-2000 yılları arasında ABD vatandaşları önceki yıllara oranla yılda 100 litre daha fazla şekerli meşrubat tüketmişlerdir.

Türkiye'deki durum da artık çok farklı değildir. Çocuğu ile büyüğü ile çılgınca şeker ve beyaz un kullanılmaktadır. Bütün bu bilgiler kanserlerin niçin arttığını göz önüne açıkça sermektedir.

Aşağıdaki tedbirlerle kanserlerin en az üçte ikisi önlenebilir;

* Un ve şekerden kaçınarak insülin direncini yenin.

* Hiçbir şekilde tatlandırıcı ve tatlandırıcı içeren 'light' hafif yiyecek ve içecek tüketmeyin.

* Katkı maddesi ilave edilmiş, paketlenmiş gıdaları yemeyin. Taş devri diyetini uygulayın.

* Bol taze sebze ve meyve yiyin.

* Yeterli omega-3 alın; ayçiçeği, mısır, soya, pamuk ve margarin gibi yağları diyetinizden çıkartın. Bunların yerine zeytinyağı ve doğal hayvani yağları (tereyağı, iç yağı ve kuyruk yağı) yiyin.

* Kefir, yoğurt, turşu, sirke, nar ekşisi ve boza gibi probiyotiklerden (faydalı mikroplar) zengin gıdalarla beslenin.
* Özgür dolaşan hayvanların etini ve yumurtasını yiyin.

* Pastörize sütlerden mümkün olduğunca kaçının. Kutu sütü tüketmeyin. Mümkünse manda (?) sütü kullanın. Süt yerine süt ürünlerini (yoğurt, peynir) tercih edin.

* Günde iki diş sarımsak ve/veya 1 baş kuru soğan tüketin.

* Günde 1-2 tatlı kaşığı zerdeçal tozu tüketin.

* Yeşil ve siyah çay tüketin (şekersiz!).

* Stresten uzak durun.

* İyi uyuyun.

* Çevresel toksinlerden ve sigaradan uzak durun.

* D vitamini düzeylerinizi yükseltmek için dengeli bir şekilde güneşlenin ya da D vitamini takviyesi alın.

* Yeteri derecede egzersiz yapın!

* Aşırı alkol kullanmayın.

* İşlenmiş soya ürünü yemeyin.

* Yemekleri geleneksel yöntemler (buğulama, buharda pişirme) ile pişirin. Turbo fırınlar da kullanılabilir.

* Hızlı pişirme yöntemleri (mikrodalga gibi) besin kayıplarına yol açar; ayrıca kanserojen olabilirler!

* Daha çok toprak (güveç), cam ya da kalaylı bakır kapları tercih edin. Emaye ve çelik tencere daha sonraki tercihlerdir.

* Teflon ve alüminyumu ise kesinlikle kullanmayın.


Prof. Dr. AHMET AYDIN
İÜ Cerrahpaşa Tıp Fak. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
ABD Metabolizma ve Beslenme Bilim Dalı Başkanı