27 Kasım 2011 Pazar

TÜRKİYE'NİN HAZİNELERİ -> ARTEMİS TAPINAĞI - > İZMİR


Bizanslı Philon "Babil'in asma bahçelerini, Olimpos'taki Zeus Heykelini, Rodos Kolossusu'nu, yüksek piramitlerin kudretli işçiliğini ve Mausoleus'in mezarını gördüm. Ama bulutlara doğru yükselen Efes'teki tapınağı gördüğümde, diğerlerinin tümünün gölgede kaldığını hissettim." diye yazmıştı.

Tanrıça Artemis adına ilk türbe M.Ö.800'lü yıllarda Efes'teki nehrin yakınındaki bataklık kıyıya yapılmıştı. Bazen Diana da denen Efes tanrıçası Artemis, Yunan Artemis'iyle aynı değildi. Yunan Artemis'i av tanrıçasıydı. Efes Artemis'i ise belinden omuzlarına kadar birçok göğüsle resmedildiği gibi verimlilik, bereket ve doğurganlık tanrıçasıydı.

Tanrıça Artemis’e ithafen Lidya kralı Croesus tarafından yaptırılan Artemis Tapınağı, Yunan mimar Chersiphron tarafından tasarlanmış ve dönemin en büyük heykeltıraşları Pheidias, Polycleitus, Kresilas ve Phradmon tarafından yapılmış olan bronz heykellerle süslenmişti. Büyüklüğü 130 x 68 metre ve ön cephesi diğer Artemis (Ana Tanrıça) tapınakları gibi batıya dönüktü.

Bu eski tapınakta muhtemelen Jüpiter’den düşen bir meteorit olduğu düşünülen kutsal bir taş vardı. Tapınak, sonraki yüzyıllarda birkaç kez tahrip olmuş ve yeniden inşa edilmiştir. M.Ö.600'lerde Efes şehri büyük bir ticaret limanı haline geldi ve Chersiphron adlı bir mimar yüksek taş kolonları olan yeni ve büyük bir tapınak inşa etti.

Lidya kralı Croesus, M.Ö.550'de Efes'i ve Anadolu'daki diğer Yunan şehirlerini fethetti. Bu savaş sırasında mabet bir kere daha tahrip oldu. Croesus, mimar Theodorus'a daha öncekilerin hepsini gölgede bırakan yeni bir mabet yaptırdı. Yeni tapınak öncekinin 4 katı büyüklükte 90 metre yükseklikte ve 45 metre genişlikteydi. Masif bir çatı, yüzden fazla taş sütunla destekleniyordu.

M.Ö. 356'da Herostratus adlı biri tarafından çıkarılan bir yangında yanarak yeniden tahrip oldu. Bundan kısa bir süre sonra o günün en ünlü heykeltraşı olan Scopas'lı Paros tarafından bir kere daha yeniden yapıldı. Romalı tarihçi Pliny'ye göre yeni tapınak, 130 metre uzunlukta ve 68 metre genişlikteydi. Tavanı, yükseklikleri 18 metre olan 127 adet sütun destekliyordu. İnşaat 120 yıl sürmüştür. Büyük İskender M.Ö.333'de Efes'e geldiğinde tapınağın inşası hâlâ devam ediyordu.

 M.S. 57'de St. Paul Hıristiyanlığı yaymak için Efes'e geldi. O kadar başarılı oldu ki bundan, şehrin demircisi ve tapınaktaki heykellerin sahiplerinden birisi olan Demetrius büyük bir korkuya kapıldı. Çünkü Demetrius tapınaktaki heykellerin bir kısmının sahibiydi ve her yıl tapınağa hacca gelenlerden iyi bir geliri vardı ve insanların dinini değiştirmesi demek onun geçimini kaybetmesi anlamına geliyordu.

Birlikte ticaret yaptığı diğer kişileri de yanına alan Demetrius heyecan verici ve "Yaşasın Efesliler'in Artemisi" diye biten bir söylev yaptı ve halkı galeyana getirdi. Hemen sonra St. Paul'un yardımcılarından ikisini tutukladılar. Bunu bir isyan takip etti. Sonuçta St. Paul, tutuklanan yardımcılarıyla şehri terk etti ve Makedonya'ya geri döndü.

262'de Gotların bir akını sırasında büyük Artemis tapınağı yakılıp yıkıldı. Bir yüzyıl sonra Roma İmparatoru Constantine şehri yeniden inşa ettirdi. Fakat Hıristiyan olduğu için tapınağı restore ettirmedi. Constantin'in çabalarına rağmen Efes eski günlerine dönemedi. Çünkü gemilerin demirlediği liman yok olmuştu. Nehrin taşıdığı alüvyonlar tarafından deniz şehirden uzaklaşmıştı.

Zamanla şehir sakinleri kenti terk ettiler. Mabedin kalıntıları başka yapıların ve heykellerin yapılmasında kullanıldı. British Museum'dan John Turtle Wood 1863'de tapınağı araştırmaya başladı. 1869'da 6 metre derinlikte, çamurların içinde tapınağın temellerini buldu. Bulduğu heykelleri ve bazı kalıntıları British Museum'a götürdü.

1904'de yine aynı müzeden D.G. Hograth'ın liderliğindeki bir ekip kazılara devam ettiler ve sitede birbirinin üzerine inşa edilen 5 tapınak olduğunu keşfettiler. Bugün gelen ziyaretçilere tapınağın yerini belli etmek için, bataklık halinde olan bölgeye sadece bir tek sütun dikilmiştir.

DERLEME



1 Kasım 2011 Salı

AYASOFYA




İstanbul'da Bizans devrinden kalan en ünlü kilisedir. 1453'te Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u almasıyla camiye çevrilmiş, 1935'te müze oluncaya kadar bu amaçla kullanılmıştır. Büyük Kostantinos'un İstanbul'u imparatorluk merkezi haline getirip kenti yeni baştan ele alması sırasında bugünkü Ayasofya'nın yerinde bir kilise yaptırılmış, M.S.326 yıllarına rastlayan bu ilk yapıdan sonra M.S. 360'ta imparatorun oğlu Konstantinos küçük geldiği veya bir depremde yıkıldığı için yapıyı yeni baştan daha büyük olarak ele aldırmıştır. Büyük kilise (Megale Ekklesia) adıyla anılan ve bazilikal bir plan gösterdiği sanılan yapı V. yüzyıldan sonra daha çok Hagia Sophia adıyla tanınmış ve bu ad sonuna kadar yaşamıştır.

404 tarihinde bir ayaklanma sırasında yanan kilisenin yerine Theodosios II. devrinde 415'te yapılan yenisinin bazı kısımları bugün de görülmektedir. Bu yapının batı yüzünü süslediği anlaşılan sütunlu galeri ile narteks duvarlarını bir kısmı 1935 yılında yapılan kazılarla bugünkü Ayasofya'nın batı avlusunda ortaya çıkmıştır.532 yılında çıkan yangından Ayasofya kurtulamamış. Ayaklanmadan sonra Justinianos'un çağında ikinci bir örneği olmayacak büyüklükte ve özellikte bir yapı istemesi üzerine, devrin iki önemli mimarından Aydınlı Anthemios ile Miletoslu İsidoros sorumluluğu yüklenmişler. Yangınların etkileyemeyeceği her türlü malzemenin en zengin şekilde kullanılacağı bir kilisenin yapımına girişmişler. 537 tarihinde tamamlanan yapı, büyük bir açılış töreninden sonra imparatorun "Ey Süleyman seni geçtim" demesine sebep olacak kadar etkileyici olmuştu.

Zaman içerisinde birçok yangın ve deprem atlatan Ayasofya, 29 Mayıs 1453'te İstanbul'un Türkler tarafından alınmasından sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye çevrilmiş ilk Cuma namazı burada kılınmıştı. Camiye çevrilmesi sırasında yapının ana çizgileri korunmuş, figürlü mozaiklere bile dokunulmamıştır. Bunlar ancak Kanuni devrinde badanayla örtülmüştür. Güneydoğudaki büyük dayanak duvarların Fatih devrinde yapıldığı, ayrıca tuğla minarenin eklendiği kabul edilir. Sultan İkinci Bayezid devrindeyse kuzeybatıdaki ince minare, Sultan İkinci Selim devrinde de Mimar Sinan tarafından batıdaki iki kalın minare eklenmiş ve yer yer dayanaklarla kuvvetlendirilmiştir. Mimar Sinan'ın yaptığı dayanaklar ve onarımlar yapının bugüne kadar ulaşabilmesini sağlamıştır.


Bu yapının çevresinde Bizans devrinden kalan ek yapılar vaftizhane ve hazine dairesidir. Bu ek yapılardan vaftizhane Osmanlı devrinde Sultan Mustafa ve İbrahim'in türbesi olmuş, Sultan İkinci Selim türbesi Mimar Sinan, Sultan Üçüncü Murad türbesi de Davut Ağa tarafından yapılmıştır. Ayrıca Sultan Üçüncü Mehmed'in kendi türbesi, bir okul binası, Sultan Birinci Mahmud döneminden özellikler taşıyan bir şadırvan ve imaret yapının çevresinde yer alır.

Ayasofya, birçok özelliğiyle uzun yıllar birçok mimarı etkilemiş, çeşitli devirlerde gördüğü ek ve onarımlarla bugünkü şeklini almış bir yapıdır. Mimari ve süsleme zenginliğinin yanı sıra her devirde eklenen efsaneleriyle de büyük bir geçmişi içinde saklamaktadır



15 yüzyıl boyunca ayakta duran bu yapı sanat tarihi ve mimarlık dünyasının başyapıtları arasında yer alır ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin bir simgesi olmuş bir yapıdır. Hıristiyanlığın da en önemli simgelerinden birisidir. Sırf bu özelliği bakımından Lozan antlaşmasının öngördüğü şekliyle Cami olmaktan çıkartılıp Müze haline getirilmiştir. Böylece Fatih Sultan Mehmet, cami olarak değiştirip Müslümanların kullanımına sunduğu bu tarihi katedral, yeniden kilise olamadıysa da müze olarak işlev kazandırılmıştır. Ayasofya'nın müze haline getirilmiş olması Fethe simgesel de olsa bir darbe vurması bakımından önemlidir.


AYASOFYA'NIN MOZAİKLERİ:


Onlarca altının kullanıldığı Ayasofya mozaiklerinin yapımında altının yanısıra, gümüş, renkli cam, pişmiş toprak ve renkli mermer gibi taş parçaları kullanılmıştır. 726'da III. Leo'nun tüm ikonaların yok edilmesi emriyle, tüm ikona ve heykeller Ayasofya'dan kaldırılmıştır. Dolayısıyla Ayasofya'da günümüzde görülen, surat tasvirleri içeren mozaiklerin hepsi ikonoklazm dönemi sonrasında yapılan mozaiklerdir. Bununla birlikte Ayasofya'da surat tasviri içermeyen mozaiklerden az bir kısmı 6. yüzyılda yapılan ilk mozaiklerdir.

1453'de kilise camiye dönüştürüldükten sonra insan figürleri içerenlerin bir kısmı ile ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. İstanbul'u ziyaret eden 17. yüzyıl gezginlerinin raporlarından Ayasofya'nın camiye çevrilmesini izleyen ilk yüzyıllarda insan figürü içermeyenler ile içerenlerden bir kısmının sıvayla kaplanmadan bırakılmış oldukları anlaşılmaktadır. Ayasofya mozaiklerinin tamamen kapatılması 842'de ya da 18. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmiştir. 1755'te İstanbul'a gelen Baron De Tott artık tüm mozaiklerin badana altında kalmış olduğunu belirtmiştir.

Sultan Abdülmecit'in isteği üzerine 1847 ile 1849 yılları arasında Ayasofya'da çeşitli yenileme çalışmaları yapan ve sultandan yenileme sırasında keşfedilebilecek mozaikleri belgeleme iznini alan Fossati kardeşler, mozaiklerin sıvalarını kaldırıp desenlerini belgelerine kopyaladıktan sonra mozaikleri tekrar kapatmışlardır. Bu belgeler günümüzde kayıptır. Buna karşılık, o yıllarda Alman hükümetince onarım için gönderilen mimar W. Salzenberg bazı mozaiklerin desenlerini de çizmiş ve yayımlamıştır.



Sıvayla kaplı mozaiklerin büyük bir kısmı 1930'larda Byzantine Institute of America adlı kurumun bir ekibi tarafından açılmış ve temizlenmiştir. Ayasofya'nın mozaiklerinin açılması ilk kez 1932'de Byzantine Institute of America kurumunun başındaki Thomas Whittemore tarafından gerçekleştirilmiş olup, ilk gün ışığına çıkarılan mozaik "imparator kapısı" üzerindeki mozaik olmuştur. Doğudaki yarım kubbe üzerindeki sıvanın bir kısmının bir süre önce düşmesi sayesinde bu yarım kubbeyi örten sıvanın altında mozaiklerin bulunduğu anlaşılmıştır.


 DERLEME YAZI

DENİZ FENERİ DERNEĞİ


“Yüz yılın yardım hareketi” sloganıyla yola çıkmışlardı. Nerede bir muhtaç varsa (yurt içinde yurt dışında)  onlar da oradaydılar. Türkiye’nin yardım sever halkının bağışlarını ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyorlardı. İhlâsla çalıştıkça da halkımızın teveccühü katlanarak büyüdü sınırlarımızı aşıp Avrupa’ya kadar ulaştı. Aynı adla Almanya’da da bir benzeri kuruldu aralarında organik bir bağ var mıydı, yok muydu? Bilmiyorum, zaten bu yazının konusu da bu değil.

Deniz Feneri Derneği… Çoğunuz daha yazının başlığından bu dernekten söz edildiğini hemen anlamışsınızdır eminim. Şimdi bu derneğin adı bile kalmadı ortalıklarda. Sadece arada bir yargılamanın sürdüğüne dair küçük haberler görüyoruz gazetelerde ve televizyon ekranlarında hepsi o kadar.

Kim bilir hangi mahfillerde kurgulanıp çerçevesi çizilen bir büyük tuzak, kurgulayıcıları tarafından fırsatını buldukları anda kuruldu ve Almanya’da bir işbirlikçi savcı ve dahi bir mahkeme heyetinden oluşan göstermelik bir yargılama ile de kamuoyunun önüne koyuldu. Ne yazık ki bu fırsat bu mahfillere yine bu dernekte görev yapan bazı çıkarcı tamahkârlar eliyle verildi.

İlgilenenler bilecektir. Belli mahfillerce “Deniz Feneri e.V. davası” adı altında Almanya’da başlatılan kurgulanmış bu yargılama onların Türkiye’deki işbirlikçileri vasıtasıyla ülkemize de taşındı. Dava burada halen devam ediyor. Dediğimiz gibi işlerin bu şekilde gelişmesinde bu derneklerde görev yapan bazı tamahkâr görevlilerin de payı çok büyük. Zaten yargılama da bu gibi kendisini bilmez kişiler üzerinden başlatılarak yaygınlaştırıldı.

Deniz Feneri Derneği (ve benzerleri)  ne yapıyordu? Kendilerine emanet edilen her türlü yardımı muhtaç ve ihtiyaç sahiplerine dinleri, ırkları, dilleri ne olursa olsun hiçbir çıkar gözetmeden, hiçbir şart öne sürmeden, hiçbir angarya ve görev yüklemeden sadece Allah rızası için ulaştırıyor, bir nebze de olsa yaralara merhem oluyordu.

Bilindiği gibi az gelişmiş ülkelerde birçok Hıristiyan ve başka din menşeli misyoner guruplar yüzyıllardır faaliyet gösterirler. Bu misyonerlik hareketlerinin amaçları, yine bilindiği gibi kendi dinlerini yüceltmek adı altında girdikleri ülkelerde cemaatleşmek ve sonra da yanlarına çekmiş oldukları işbirlikçilikleri vasıtasıyla varsa o ülkedeki zenginlikleri kendi ülkelerinin sömürebilmelerinin yolunu açmak...

Yüz yıllarca bu sistemlerini başarı ile çalıştırdılar ama bir de baktılar ki bir gün Deniz Feneri ve benzeri bazı Müslüman ve Türk menşeli kuruluşlar gelmişler ve kendilerinin hiç de onaylamadıkları ve istemedikleri bir yardımlaşma anlayışıyla onlara rakip olmaya başlamışlar. Böylesi bir hareket işlerine gelmezdi. Çünkü artık rakipleri vardı ve bu rakipler onların hiç bilmedikleri bir anlayış ve bakış açısıyla iş görüyorlar, gün geçtikçe de önceden parsellemiş oldukları faaliyet alanlarını daraltıyorlardı. Yüzyıllardır sürdürmüş oldukları misyonerlik faaliyetlerini artık o kadar rahat bir biçimde sürdüremiyor ve artık eskisi gibi göz boyayamıyorlardı.

Nitekim gün geçtikçe işler aleyhlerine dönmeye başladı. Çünkü bu fakir ülkelerin insanları (bir takım işbirlikçi satılmışlar hariç)  bu misyonerlerin yaptıklarının göstermelik bir takım şeyler olduğunu, asıl amaçlarının kendi dinlerine adam kazanmak ve onları sömürmek olduğunu Deniz Feneri ve benzeri Türk ve Müslüman yardım derneklerinin faaliyetlerine bakarak görmüşler ve anlamaya başlamışlardı. Bu derneklerin etkinlikleri arttıkça kendi hedeflerinin yıkıldığını görmek bu menus misyonerlik hareketlerini zıvanadan çıkartıyordu. Bu böyle gitmezdi. Bir şeyler yapmalıydılar. Ama ne? Üzerlerinde hegemonya kurarak dindarlık kisvesi altında sömürdükleri halklar nezdinde kırılmış olan gururlarını tamir etmenin bir yolu olmalıydı.

Ve düğmeye bastılar. Önce arayıp taradılar elbette sonunda da buldular.

Almanya’daki Deniz Feneri’nde birkaç tamahkâr yolsuzluk yapmıştı. Koz ellerine geçmişti. Neydi bu koz? Söz konusu bu küçük yolsuzlukları büyüterek Dünya Kamuoyu’na mal etmek, bu ve benzeri Türkiye menşeli yardım derneklerine olan güveni sarsmak…

Oyunu kurdular ve vakit geçirmeden de uygulamaya koydular. Türkiye’deki işbirlikçileri vasıtasıyla medyada olayı manşetlerden vererek, abartarak, sürekli gündemde tutarak kamuoyu oluşturmak suretiyle halkın kafasını karıştırmayı başardılar. Söz konusu derneğin kendisini savunmasına bile izin vermeden mahkemelerden önce hükmü verdiler.

Ramazan ayındayız. Eskiden olsa Deniz Feneri Derneği’nin adı her yerde duyulur, yapmış oldukları hayırlar her yerde konuşulur olurdu. Oysa şimdi adı bile yok. Ne hazin bir durum… İçlerindeki birkaç çıkarcı yüzünden Dünya çapında koskoca bir yardım kuruluşunun esamisi bile yok! Oynanan oyunu gördüler ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Ama bu demek değildir ki bittiler. Hayır bitmediler! Bitmezler! Bu mübarek halk buna izin vermez.

Deniz Feneri Derneği bilemiyorum hâlâ faal durumda mı? İnşa-Allah işlevlerini sürdürüyorlardır. Ama belli ki eski etkinliklerini kaybettiler. Peki, bundan kim fayda sağladı? Hıristiyan Misyonerler ve onların işbirlikçileri satılmışlar... Peki, kim zarar gördü? Bu günlerde Afrika’da baş gösteren kıtlık yüzünden açlıktan ve susuzluktan ölümle pençeleşen bebekler, çocuklar ve elbette kadınlar ve erkekler…  Ve dahi içerideki, dışarıdaki pek çok muhtaç insanlar!

Ellerinde viski bardağı ve purolarıyla klimalı odalarda dopdolu midelerini keyif içinde okşayan birileri bir yerlerine artık kına yakabilirler. Ama bilmeliler ki bu Mübarek Millet o engin ferasetiyle her şeyi çok iyi gözlemliyor ve sıra kendisine geldiğinde de sözünü söylüyor. Söz söyleme sırası geldiğinde sözünü yine en güçlü bir şekilde söyleyecektir, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. İşte Ramazan ayındayız ve halkımız bir kere daha harekete geçti. Gücünüz yetiyorsa durdurun bakalım.

Gün ola, harman ola. Bir “Deniz Feneri” gider, (Burada ad önemli değildir.)  onlarcası kurulur. Kurulur ve çok daha büyük bir azimle ve inançla yılmadan yoluna devam eder. Bu böyle biline!

Not: Kızılay ve Diyanet gibi devletin yönetiminde olan bir takım değerli kuruluşlar yardım götürmüş oldukları ülkelerde T.C. Devletini temsil ediyor. Bunun böyle olduğunu o ülkenin muhtaçları da biliyor. Bu derneklerin oluşturduğu imaj “Türk devleti bize yardım etti,” dir. Elbette bu ülkemiz için büyük bir prestijdir. Ama öte yandan bir sivil toplum kuruluşu olan Deniz Feneri Derneği, Kimse yok mu Derneği, Can Suyu Derneği, İ.H.H. ve benzerleri, halkın bizzat kendisini temsil ettikleri için bu derneklerce yardım götürülen ülke insanları nezdinde “Türk insanı” imajının oluşmasına yardımcı oluyorlar ve bu muhtaç insanlara Türk halkının yüce gönüllülüğünü gösteriyor. İşin bu yanı da çok önemli…

RECEP AKIL